Başbakan Nihat Erim, yurttaki anarşinin gövdesinin ezildiğini fakat başının belli olmadığını birkaç kere söyledi. Bu diplomatça sözlerle neyi kastettiği, tabiî, kesinlikle belli olmadı. Yani “başı” diyerek bir iç kuvveti mi, yoksa yabancı bir devleti mi anlatmak istiyordu, anlaşılmadı.
Türkiye’de komünist ihtilâlı yapmak isteyen kuvvet dışarıda ise haritayı açarak 120 devlete bakıp keşfiyat yapmaya elbette lüzum yoktur. Bu devlet tektir ve Rusya’dır. Artık bir Moskof emperyalizmi olduğu, ahmaklar hariç, herkesçe bilinen komünizmin, Rusya’da kurulduğu yıldan beri Türkiye’ye de el attığı, hatta Atatürk‘ü bir komünist parti kurmaya bile zorladığı, yapılan yayınlarla aydınlığa çıkmıştır. O halde Nihat Erim’in bahsettiği başı içerde aramak lâzım.
Bunların memlekete nasıl dal budak saldığı, kaçakları koruyan, saklayan pek çok kimsenin yakalanmasıyla, pek çok kaçağın da hâlâ ele geçmemesiyle ortaya çıkmıştır. Bulunan eşyaları arasındaki silâhlar ve özellikle alıcı-verici telsizler, susturuculu ve dürbünlü tüfeklerden daha düşündürücü olan mesele, Sıkı Yönetim bildirilerinden öğrendiğimize göre bir hayli askerî şahsın da bunlar arasında bulunmasıdır.
Artık, duruma bakarak suçun kimde olduğunu tartışmanın mânâsı yoktur. Suçlu bellidir. Halk Partisi ve onun Genel Başkanının yıllardır süren tutumu…
Memleket için tehlike olarak yalnız sağı (yani dincileri) gösteren, başbakanlığı zamanında komünizmden hüküm giymiş sicillilere “Kadro” dergisini çıkartıp ilk başmakaleyi de bizzat yazan, Cumhurbaşkanlığı sırasında sık sık ziyaret ettiği Konservatuarda, ne mal olduğu daha o zamandan bilinen Sabahattin Ali‘yi okşayan, Hasan Âli‘yi yıllarca millî eğitimin başında tutup Tonguç Baba‘ya komünist yatağı Köy Enstitülerini kurduran İsmet İnönü, komünizmin ve onun maskesi olan sosyalizmin Türkiye için ne büyük tehlike olduğunu anlayamamıştır.
İsmet İnönü için hayatta gaye bir ülkü değil, sadece “İktidar” olmuş, iktidar için, Atatürk tarafından millî gayelerle kurulan Halk Partisini kalıptan kalıba sokarak bugünkü duruma getirmiştir. Bu sözlerimizin sırf kendi düşüncemiz olmadığının delili en sadık Halk Partililerden birçoğunun, Partinin sola kaydırıldığını görerek “izzet ü ikbâl” ile Partiden çekilmeleridir:
Edebiyat Profesörü ve 10 Haziran 1948-22 Mayıs 1950 arasında İsmet Paşa’nın son Millî Eğitim Bakanı olan Tahsin Banguoğlu, Partinin Atatürkçülüğe aykırı bir yola yöneldiğini gazetelerde yazarak istifa etmiş, Hukuk Profesörü Turhan Feyzioğlu, hem de birçok arkadaşıyla birlikte Partiyi bırakmıştır. Feyzioğlu, Parti içinde sıradan bir kişi değildi. İnönü‘nün koalisyon kabinelerinde 20 Haziran 1961-25 Haziran 1962 arasında Devlet bakanlığı, 25 Haziran 1962-25 Aralık 1963’te ise Başbakan Yardımcılığı yapmıştı. Feyzioğlu ve arkadaşları görünüşte Bülent Ecevit uğruna feda edilmişse de gerçekte, İnönü’nün şuuraltındaki bir korkunun, milliyetçi ve bilgili şahsiyetiyle Feyzioğlu‘nun günün birinde kendisini gölgede bırakacağı korkusunun rol oynadığına tereddütsüz hükmedebiliriz.
Feyzioğlu, eski başkentlerimizden Kayserinin köklü bir ailesine mensuptur. Ecevit ise Daday’da yerleşmiş bir Kürdün torunu olup bu kasabada “Kürt Hocalar” diye anılırlar.
İnönü, solcu olduğu bilinen Ecevit‘i 20 Kasım 1961-20 Şubat 1965 arasında, aralıksız Çalışma Bakanlığında tutarak, işçi haklarını koruyoruz diye sonraki kargaşalıkların zeminini hazırlamıştır.
İnönü ile Ecevit‘in ortaklığı oldukça garip, âdeta danışıklı dövüş gibi bir şey olmuştur. Sırf oy toplamak için “ortanın solu” incisini siyaset pazarına süren İnönü bir yandan da “partimiz sosyalist değildir” diye birkaç kere söylediği halde onun genel sekreteri Almanya’daki işçilere “bana sosyalist derseniz memnun olurum” demiş. İnönü gazetelere geçen bu sözlerden elbette haberdar olduğu halde ses çıkarmamıştır[1].
İnönü için zeki adamdır derler. Bu düşünce kat’iyen doğru değildir. Zeki adam ilerisini gören, görebilen adamdır. Zeki olsaydı, bunca tecrübeden sonra bu kadar köklü ve zengin bir partiyi bugünkü acıklı hatta gülünç duruma düşürmezdi.
Ecevit “toprak işleyenin, su kullananın” diyerek âdeta “haydi, ne duruyorsunuz” demeğe getiriyor, bir yandan da genel grev hakkı istiyordu. Genel grev… Yani Türkiye’nin mahvı…
Manzarayı düşünün: Fabrikalar, trenler, vapurlar duracak. Posta işlemeyecek. Elektrikler yanmayacak. Sokaklar aç işsizlerle dolacak. Tabii birkaç gün sonra da İspanya İç Savaşına rahmet okutacak sertlikte kıran kırana bir iç savaş. Daha sonra da Türkler bir birini yerken barış ve insanlık adına ülkemizin dört yandan istilâsı..
İnönü, vatan haini olmadığına göre bu korkunç manzarayı görememiştir. Görecek kadar zeki olsaydı daha o zaman Ecevit’i bertaraf ederdi. Yine biraz ilerisini görecek kıratta bulunsaydı boykotla işgal aynı şeydir demek gibi bir devlet adamını küçük düşürecek sözler söylemezdi.
Onun şimdi Ecevit’le tartışmasını hakikatleri kavramasından sanmayınız. Ona hakikatleri kabul ettirmenin imkânı yoktur. Bugünkü kavga post kavgasıdır. Partinin birçok şubelerinde Ecevit’in kazanması ihtiyar ve muhteris politikacıyı endişelendirmiş, yeni tertiplere sürüklemiştir.
İsmet İnönü‘ye yaşlıdır diye, Atatürk’ün arkadaşıdır diye itibar gösteriliyordu. Tarihî şahsiyettir deniyordu. Bu bakımdan ordu tarafından da saygı görüyordu. Fakat bugün partisinde itibarı kalmadığı gibi ordudaki saygıyı da kaybetmiştir.
Bir kere 12 Mart muhtırasına şiddetle karşı çıkmış, ancak ordunun çatık kaşlarını görünce geri dönmüştür. Daha önce de boykotla işgalin aynı şey olduğunu söyleyerek komünistlerin cesaretini artırmış, sonra bunu da tevile kalkmıştır. Daha sonra, idamlara sıra gelince gerekli müdahaleyi yapacağını, ömrü boyunca idamlara karşı olduğunu söyleyerek Türk milletini şaşkına çevirmiş, kendi zamanında idam edilen Talât Aydemir’le Fethi Gürcan için “şerefsizler” tabirini kullandığını pek çabuk unutmuştur.
Artık kıyıya çekilip hâtıralarını yazsın da millet o yönden huzura kavuşsun. Bu yaştan sonra politika ve torunu yaşındakilerle itişip kakışmak ayıp oluyor.
Duruma bir de insan psikolojisi yönünden bakmalıdır. Kendi partisi dahil, bütün millet artık İsmet Paşa‘dan bıkmıştır. Bu millet, değil İsmet İnönü gibi üçüncü, dördüncü sınıf bir devlet başkanından, Kanunî Sultan Süleyman gibi kendisini zaferden zafere götürmüş birinci sınıf bir hakandan bile usanmış, yerine Şehzade Mustafa‘nın geçmesini istemiştir.
İnsanlar kimseye 50 yıl tahammül etmez. “Tarihî şahsiyet”, “şahsiyetinin ağırlığı” falan gibi masallar artık tesirini kaybetmiştir.
Yine kendisinin seçtirdiği yeni Genel Sekreter Kırıkoğlu bile İsmet Paşa‘nın “sen Ecevit‘ten emir alıyorsun” demesine karşılık, “bir daha böyle konuşursan çok sert karşılık veririm” mânâsındaki cevabı ile tarihî şahsiyet mavalının bir masal olduğunu ortaya koymuştur.
Nihat Erim‘in siyasî bir ihtiyatkârlıkla açıklamadığı “anarşizmin başı”nın CHP’nin iktidar için yanıp tutuşan tutumundan doğduğu iyice anlaşılıyor. Bu partiye mensup Millî Eğitim Bakanı, hapishaneden kaçan bir komünistin eşinin Paris’te devlet parasıyla okuduğunu itiraf etmiş, mazeret olarak da “şimdiye kadar hakkında şikâyet olmadı” demiştir.
Gördünüz mü “Millî” Eğitim Bakanını? İşte bu, CHP zihniyetinin tipik bir örneğidir. Aynı kadın, tutuklanmış bir Türkçünün eşi olsaydı çoktan bursu kesilir, adlî kovuşturmaya geçilirdi. Nitekim CHP bu gibi işleri 1944’teki Türkçüler dâvasında hak, hukuk, vicdan, kanun dinlemeden fazlası ile yapmıştır.
Bugün idam hükümlerinin infazını bekleyenler yahut idam isteğiyle duruşması yapılanlar da yıllarca, yıllarca kanunun gözünden kaçarak yahut kaçırılarak yıkıcı çalışmalarına devam ettiler. Vaktiyle yakalanıp mahkûm edilen Dr. Sevim Tarı da Fransa’da yıllarca aynı şekilde çalışmıştı. Bir devlet “beni sokmayan yılan yüz yıl yaşasın” kafasıyla yönetilirse bile bile uçuruma gidiyor demektir. Aynı Eğitim Bakanı Konya’daki Selçuk Enstitüsü Müdürün Bozkurtlu rozetleri menetmesine, uyarmamıza rağmen ses çıkarmadı.
Şimdi Nihat Erim’e soralım: İşin başı bu zihniyet değil de nedir? Türkiye’de komünizmi yok etmek için önce komünist yetiştiren bataklığı kurutmak, yani komünist öğretmenlerle profesörlerin tasfiyesi lâzım değil midir?
Korkma! Memleket öğretmensiz kalmaz. Sen sert tedbirlerini almaya başladın mı sosyalist ve komünist geçinen, gençleri zehirleyen ne kadar öğretmen ve esersiz profesör varsa hepsi anadan doğma milliyetçi olur. Yeter ki tedbirlerinde ciddî ve sert ol. İsmail Arar gibi idâre-i maslahatçılar yerine tuttuğunu koparan milliyetçi bir bakan getir. “Özgürlük” denen yıkıcı herzevekilleri önleyecek çareler bul. Basının kazanç gayesiyle yaptığı ahlâk dışı yayını kanunlarla kes. Düzen bozucu her türlü hareketi şeref ve namusa taarruzu, başkasının hakkını yemeyi, hırsızlığı sert bir ceza kanunu ile durdur. Devlet dairelerine çay tiryakiliği yerine vazife ahlâkını koy. Sert cezalarla meseleler hallolunmaz diyen budalalara inanma.
İslâmiyet’ten önceki Türklerde evli kadına sataşmanın ve büyük çapta hırsızlığın cezası idamdı. Bu gibi ahlâksızları yok etmek asrın insanlığına yakışmayacak da yaşatmak mı yakışacak? Trafik kazasıyla adam öldürmenin cezası idam olduğu için Suudi Arabistan’da hiç trafik kazası olmuyor. Demek ki bu konuda S. Arabistan bütün dünyadan ileridir. Geri Araplardan mı örnek alacağız deme! İnsanlar uçmayı “Kuş beyinli” diye hor gördükleri kuşlardan öğrendiler.
Sıkı tedbirleri almadan çekinirsen olacak olan şudur: Sıkı Yönetim kalkar kalkmaz rezaletler yeniden başlayacak ve bu sefer ordu idareye tamamen el koyacak, “faşizm” diye ödleri patlayan rejimi kuracaktır. O zaman sorguya çekilecek olanlar bugünkü gibi birkaç yüz kişi değil on binleri bulacaktır.
Müzmin apandistin arada bir uygulanan buz tedavisiyle giderilmesine imkân yoktur.
[1] 26 Şubat 1972 tarihli Milliyet gazetesinde (9. sayfa) Metin Toker’in bir yazısının ihbar sayılarak Ecevit’in 12 Mart’tan önce bir sendika toplantısında işçileri sokağa dökülmeye çağırması sebebiyle savcılıkça inceleme yapıldığı haberi vardır.