Atatürk’ten Atsız’a Türkçülük ve Siyaset – Mete Hazarlı
Cumhuriyetimizi kuran temel düşünce, herkesçe de bilindiği üzere Türkçülüktür. Buna rağmen, Atatürk’ün ölümünden sonra Türkçülük birçok saldırılara uğramış ve bu saldırılar karşısında yaralar almıştır. Bu yaraların en büyüğü şüphesiz 1944 olayları ve bu olaylar sonucunda alınandır; bu dönüm noktasından itibaren Türkçülüğün sağ cephe içindeymiş gibi gösterilmesidir. Bu süreçle birlikte kısmen de olsa Türkçülük, sağ cephe içinde ve üstelik Atatürk karşıtı bir konuma itilmiştir. Böylece Türkçülük Atatürk’ten kopartılmış, devletle karşı karşıya bırakılarak yükselmesinin önüne geçilmek istenmiştir.
1944’te ve ondan sonraki yıllarda, Türkçülüğün sağ cepheye kaydırılması olayında görevli olan iki takım vardır: Dönme devşirme artığı sahte Kemalistler ve Osmanlıcı, ümmetçi takım. Bu iki takım birbiriyle koalisyon yapmışlardır. Sahte Kemalistler Türkçülüğü sağ cepheye itmeye çalışmış, Osmanlıcı, ümmetçi takım ise çekmeye çalışmıştır. Sahte Kemalistlerin bu işten menfaati şudur: Kendi servetlerini, konumlarını tehdit eden Türkçülüğün Atatürk karşıtı sağ bir cepheye itilmesini sağlayarak onu devletle karşı karşıya bırakmak ve böylece kendi servetlerinin ve konumlarının sürekliliğini sağlamaktır. Osmanlıcı, ümmetçi takımın ise menfaati şudur: Türkçülüğü esas amaçlarından saptırıl-mış bir şekilde kendi bünyelerine katarak yükselmesinin önüne geçmek, fakat Türkçülüğün kendi bünyelerine katıl-masından dolayı aldıkları artı bir güçle bir basamak daha yukarı sıçramaktır. Böylece Osmanlıcı, ümmetçi çevre bir taşla iki kuş vurmuş olacaktır. İşte bu menfaatler, sahte Kemalistler ve Osmanlıcı, ümmetçiler gibi iki zıt kutubu Türkçülüğe karşı bir koalisyonda birleştirebilmiştir.
Türkçülüğün sağ cephe içinde gösterilmesine aracı olan iki neden vardır. Bunların birincisi; Türkçülüğü o yıllarda şahsında temsil eden Atsız’ın Türk tarihini bir bütün olarak görmesi, bu bütünün her parçasını sevdiği gibi Osmanlı’yı da sevmesi ve bunu bazı yazılarında konu etmesi sonucu, biraz evvel bahsettiğimiz Osmanlıcı, ümmetçi çevrenin Atsız’ın bu görüşünü sömürerek olayı saptırmasıdır. İkincisi ise; Atsız’ın Atatürk hakkındaki tarafsız tutumudur. Biz burada bu konuları incelemeye çalışacağız.
Tarih boyunca adeta Türk milletinin kaderi olan, devleti kurduktan sonra azınlıklara kaptırma süreci, Cumhuriyet tarihinde de yaşanmıştır. Atatürk’ün ölümünden sonra dönme devşirme artıkları, devlet kadrolarını ele geçirmişlerdir. Atatürk’ün ölümünü izleyen yıllarda devletteki bu Türk soylu olmayan kadrolaşmaya rağmen, devlette ve yurtta halâ bir Türkçülük rüzgârı esmektedir. Bu rüzgâr öylesine şiddetlidir ki Türkçülüğün 1944’te mahkemeye düşürülüp yargılandığı günlerde, halkın tepkisini önlemek için, Zekeriya Sertel gibi bir komünist “Elbette ki milliyetçi olmayan bir Türk hayâl edilemez” (1) diyebilmektedir. Gazeteci Asım Us yine aynı günlerde “Halk Partisi’nin prensipleri Türkçülük fikrinin en mütekâmil (gelişmiş) şeklidir” (2) diye yazabilmektedir. Yine o yıllarda bizzat C.H.P’nin çıkardığı kitaplarda “Türkçülük ırkçı olmadığı için noksandır. Kemalizm ona ırkçılığı ilave etmiştir.” (3) gibi sözlere rastlamak çok olağandır. Çünkü, Atsız’ın ifadesiyle söylersek “Atatürk ortalığa bir Türklük dehşeti saçmıştır.” (4) ve Türkçülüğü devletimizin temel felsefesi yapmıştır.
Devletteki bu kadrolaşma tamamlandıktan sonra sıra Türkçülüğün tasfiyesine gelmiştir. Bunun için Atatürk’ün tarih tezini kendilerine göre yorumlayarak, Anadolu’da yaşamış olan eski uygarlıkların torunları olduğumuz söylemini savunan, dolayısıyla Anadolu dışındaki Türkleri inkâr eden bir tarih anlayışı ve bunun sonucunda hümanist, evrensel, kozmopolit Anadolu milliyetçiliği gibi kendi zekalarıyla orantılı zeka özürlü bir milliyetçilik anlayışı meydana getirmek, bu azınlık ırkçıları için pek zor olmamıştır. O yıllarda milletvekili olan Tahsin Banguoğlu’nun anılarında belirttiği üzere; Homeros babamız, Kibele anamız, dünyada ahlâk timsâli (!) sayılan Yunanlılar ise bir anda kardeşlerimiz oluvermişlerdir. Tabiî bu söylemi savunan Sabahattin Eyüboğlu, Bedri Rahmi, Nurullah Ataç ve sonradan bu kervana katılan baba katili Halikarnas Balıkçısı gibi yazarlar en büyük yazarlarımızdır artık bizim (5). Fakat buna rağmen Türkçülüğün kovulması mümkün olmayacaktır. Bu yüzden -Türkçülük dâvası diyemedikleri için- sahte bir “Irkçılık-Turancılık” dâvası uydurulur. Hatta bu dâvada azınlık ırkçıları fırsattan istifade edip Türkçü milletvekillerinin de tutuklanmasına dolayısıyla tasfiyesine çalışmışlar, fakat karşılarında eski bir Türkçü olan Memduh Şevket Esendal’ı bulunca bunu sağlama olanağı bulamamışlardır (6). İşte bu dâva sırasında Türkçülük; yukarıda belirttiğimiz nedenlerden ötürü sahte Kemalistlerin (sahte Kemalist derken Atatürk’ü kendi konumlarının sürekliliği için kullanan azınlık ırkçılarını kastediyoruz) itmesiyle, Osmanlıcı, ümmetçi takımın çekmesiyle sağ içinde gösterilmeye çalışılmıştır. Fakat bu sağ cepheye itilme olayında kısmen başarılı olmuşlar, tam başarılı olamamışlardır. Çünkü azınlık oligarşisi koalisyonu, karşısında adı Cumhuriyet tarihindeki Türkçülük mücadelesi ile özdeşleşmiş olan abide şahsiyet Atsız’ı bulmuştur.
Atsız 1947’de beraat eder. 1947’den 1950’ye kadar hiç dergi çıkarmaz. 1950’de İsmet Tümtürk “Orkun” adlı bir dergi çıkarmaya başlar. 1950’den 1952’ye kadar devam eden ve 68 sayı çıkan bu derginin başyazarlığını Atsız yapmaktadır. 1952’de kapanan bu dergiden sonra Atsız 1964’e kadar hiç dergi çıkarmaz. Yani Atsız’ı oniki yıllık bir sessizlik dönemi beklemektedir. İşte bu oniki yıllık devrede Atsız’ın etrafında kümelenip onun şöhretini kullanarak dergiler çıkartan, Osmanlıcı, ümmetçi çevrenin daha aktif olarak çalışıp Türkçülüğü sağ cepheye kaydırmaya çalıştık larını görürüz.
Atsız bu çevreye şiddetli tavrını, 1961’de sağ cephenin Cumhurbaşkanı adayı olan Ali Fuat Başgil aleyhinde bir kitapçık yayınlayarak gösterir (7). Bu yazının devamını 1964’te Ötüken dergisini çıkarır çıkarmaz hemen ikinci sayısında “Uydurma Milliyetçilik” (8) adlı bir yazı yazarak getirir. Sol cepheye aldığı tavrı, sağ cepheye de göstermiştir. Fakat bu sağ cepheye aldığı tavır, sadece Ali Fuat Başgil ile kalacak değildir. İkinci sayıdaki bu yazıdan hemen sonra, yani üçüncü sayıda çıkan “Nurculuk Denen Sayıklama” adlı yazıda Atsız o eşsiz üslûbuyla Nurcuları “Said-i Nursi adında cahil bir Kürdün peşine takılmış gafil bir sürü” olarak, Nur risalesi talebelerini de “Sait-i Nursi’nin o çetrefil ve cahil Kürt Türkçesiyle yazdığı risaleleri, atom fiziği ve Einstein nazariyeleri okur gibi toplanıp okuyan bir yığın zavallı” diye tanımlar (9). Bu yazısının hemen ardından dördüncü sayıda “İslâm Birliği Kuruntusu” adlı yazısında; Türklük bakımından komünizmle, nurculuğun hiçbir farkı olmadığını, İslâm birliğinin kuruntu olduğunu, dinin baş unsur olduğu zamanlarda bile gerçekleşmediğini, gerçekleşmeyeceğini, gerçekleşecek olanın Türk birliği olduğunu belirtir ve ekler: “Türkler Müslümanlık sayesinde değil, Müslümanlık Tükler sayesinde yükselmiş ve yaşamıştır” (10). Bu yazının ardından beşinci sayıda yazdığı yazıda Türklerin halkçı, milliyetçi olduğunu belirtir: “Türk milliyetçiliğinde ise sosyalizmin sağlayacağı menfaatler -top lumculuk- şiarı ile ifade edilir. Toplumculukla sosyalizm aynı şey değildir. Toplumculuk millyetçi halkçılıktır, sosyalizm beynelmilelci halkçılıktır” (11). Altıncı sayıda “İşte Sosyalizm” adlı yazıda aynı şeyleri tekrarlayarak (12), Ziya Gökalp ve Yusuf Akçura’nın gösterdiği Türkçülük yolundan hiç taviz vermediğini gösterir. Sekizinci sayıda ise “Milliyetçilik Taslayan İhtiyar Kozmopolit” adlı yazısıyla Ali Fuat Başgil ile girdiği tartışmaya nokta koyar (13). Sağcılara aldığı bu açık tavra rağmen Türkçülük halâ sağ cephe içindeymiş gibi gösterilir. Bunun üzerine Atsız 1968’de “Sağcı Kimdir” diye bir yazı yazar. Bu yazıda bir Türk’ün Türkçü olduğu oranda sağcı sayılabileceğini dolayısıyla İslâmcıların, Nurcuların, Süleymancıların sağcı sayılamayacağını belirtir (14). Fakat kavram kargaşalığı devam etmektedir. Bunun üzerine Atsız’ın kardeşi Nejdet Sançar 1970’de “Biz Sağcı Değiliz, Türkçüyüz” adlı bir yazı yazar (15), Yine aynı yıl Atsız “Yobazlık Bir Fikir Müstehasesidir” isimli bir yazı yazarak kavram kargaşalığına noktayı koyar (16).
Kısacası 1964’ten 1975’e kadar, yani Atsız’ın ölümüne kadar geçen onbir yılda, Atsız’ın sırf sağ ve sol cepheye yüklenerek yazdığı yazı sayısı bizim tesbit edebildiğimiz, toplam otuzüçtür. Bunun ondokuzu sol cepheye karşı, ondördü ise sağ cepheye karşı yazılmıştır. Yani sol cepheye karşı aldığı tavrın aynısını sağ cepheye de almıştır. Zaten Atsız’ı büyük yapan da sol ve sağ gibi kısır döngülerin seviyesine inmeden, olaylara her zaman Türkçü bir çerçeveden bakabilmesidir.
Açıkça Türkçü bir tavır koyarak yazdığı “Yobazlık Bir Fikir Müstehasesidir” adlı yazı üzerine Atsız Hoca’nın etrafında kümelenmiş güya milliyetçi, fakat asıl ideolojileri Osmanlıcılık ve ümmetçilik olan takım, başka bir yerde arpalık buldukları için Atsız Hoca’nın yanından ayrılırlar. Atsız Hoca hayatının son yıllarını son şiirinde belirttiği gibi “yorgun ve kimsesiz” ama dâvasından zerrece taviz vermeden, şerefle, onurla, gururla geçirir ve 1975 yılı Aralık ayında ebediyete göçer. İşin en üzücü yanı da ağabeylerini izleyerek Atsız Hoca’nın yanından ayrılan idealist gençlerin binlercesi de heba edilir.
Konuyu dağıtmadan ifade edecek olursak; Türkçülük Atsız’ın bu açık tavrına rağmen bir müddet sağ cephe içinde gösterilmiştir. Bunun nedenlerine yukarıda değindik ve ilk nedeni açıkladık. İkinci nedenin Atsız’ın Atatürk hakkındaki tarafsız tutumu olduğunu belirtmiştik. İşte bizim burada değinmek istediğimiz diğer önemli bir konu da Atsız’ın Atatürk hakkındaki dalkavukluk yapmadan sürdürdüğü tarafsız tutumudur.
1944 yılında -Türkçülüğün mahkemeye düşürüldüğü günlerde- her Türkçünün evi aranmış, kitaplarına kadar herşey gözden geçirilmiş fakat suç unsuru olabilecek hiçbir şey bulunamamış bu da doğal olarak bizim azınlık ırkçıların-da müthiş bir paniğe yol açmıştır. Bunun üzerine bir suç unsuru arama çabasına girişilir. Atsız’ın sorgusunun yapıl-makta olduğu oturumlardan birinde, oğluna yazdığı vasiyetname bahane edilerek, hiç alâkası olmayan bir konuda, onun Atatürk’e karşı duyduğu sevginin büyüklüğünün veya küçüklüğünün boyutu hakkında Atsız’a karşı saçma sapan, sinir bozucu sorular yöneltilir. Atsız onların hangi cevabı duymak istediklerini bildiği halde, düşündüklerini açıkça söyleyen karakterinden taviz vermediği için şu cevabı verir: “Başkumandan Mustafa Kemal’i tebcil ederim (ulularım). Fakat Cumhurreisi Atatürk’ü beğenmiyor ve sevmiyorum” (17). Evet artık suç unsuru bulunmuş, kıyamet kopmuştur. Atsız Atatürk’ü sevmemektedir. Dolayısıy-la Türkçülük de Atatürk’e karşıdır. Bu senaryo halkın içindeki saf bir “Gazi” sevgisi kullanılarak, sömürülerek yurt çapında bütün yayın organlarınca dâvanın sürdüğü aylar boyunca işlenir. Kimse de çıkıp demez ki “Atatürk sadece Anadolu’daki Türklerin değil bütün Türklerin atasıdır. Bilge Kağan’dan sonra bu milletin Türk adını yeniden onurla taşımasını sağlayan insandır. Yani en büyük Türkçüdür”. Demez, diyemez. Bunları söyleyen birkaç yüz genç gözal-tına alınır. 600 yıl boyunca cehalet ve sefalet içinde kıvranan cumhuriyet tarihinde de dönme-devşirme artıkları tarafından eğitimden uzaklaştırılıp devlet kademelerine de girmesi engellenen Türk halkının, İkinci Dünya Savaşı’nın yarattığı kıtlık içinde bunları düşünmesi zaten olanaksızdır. Burada diğer önemli bir konuyu ifade edelim: Sahte Kemalistlerimizin beğenmedikleri, yani kendi servetlerini, mevkilerini tehdit eden ideolojileri, düşünceleri (meselâ Türkçülük gibi) Atatürk karşıtı, beğendikleri yani kendi servetlerini, konumlarını meşru zemine oturtan düşünceleri, ideolojileri (meselâ evrensellik, hümanizm, kozmopolitizm gibi) esas Atatürk düşüncesi diye göstermesi huyu, işte bu yıl-larda, yani bu dâva sırasında şekillenmeye başlamıştır.
Atatürk ve Atsız konusuna dönelim. Atsız gerçekten Atatürk hakkında yukarıda söylediği gibi mi düşünmektedir? Hemen cevap verelim: Hayır! Onun yazılarını incelersek kolaylıkla hiç de öyle olmadığını görürüz. Atsız yoksa Atatürk’ün hem devrimlerini, hem de Türkçülük anlayışını mı beğenmemektedir? Buna da hemen cevap verelim ki; yine hayır. İlk önce Atsız’ın devrimlere bakışını inceleyelim. Atsız’ın 1932’de yazdığı inkılâp hakkındaki sözlerini kendisinden dinleyelim:
“Türk genci inkılâbı benimsememiştir.
. . . . . .
İtiraf etmeliyiz… Vazifemizi yapamıyoruz. El çırpmakla, yaşa demekle inkılâba karşı borcumuzu ödemiş sayılamayız.
Hangi adsız Türk genci şehirden köye bir damla nur ulaştırmıştır?
Efendimiz olduğunu kanunlarımızla ifade ettiğimiz köylüye her başımız sıkıştıkça koşarız. O ananevi bir tevekkülle bize herşeyini verir. Biz ona ne veriyoruz?
Herşeyi hükümetten beklemek doğru değildir. Biz bu memleketin sırtında münevveriz diye geçinenler fazileti, şuuru anlayabildiğimiz kadar etrafımızdakilere anlatmak ve onları tenvir etmek mecburiyetindeyiz.”
Hatta Atsız aynı yazısında Türk Ocaklarının kapatılıp yerine Halk Evlerinin açılmasını bile inkılâp açısından olumlu görmektedir. Yazısına devam eder:
“Biz her işe şarklılara ait bir heyecanla başlarız. Halk Evleri güzel ve heyecanlı bir harekettir. Temenni ederiz ki bu güzel ve heyecanlı hareket şuurlu neticeler vererek merhum Türk Ocaklarının son zamanlarında olduğu gbi faaliyeti yalnız cumhuriyet bayramlarında verilen balolara inhisar etmesin” (18).
Görüldüğü gibi Atsız inkılâplara, devrimlere çok olumlu bakmaktadır. Peki Atsız’ın bu fikirleri daha sonra değişmiş midir? Bu sorunun en kesin cevabını, Atsız’ın sorgusunun yapılmakta olduğu 11 Mayıs 1944 Perşembe günü, emniyet amirinin sorduğu sorulara karşı Atsız’ın verdiği ceaplarda bulabiliriz:
Emnhiyet amiri Atsız’a sorar: “Cumhuriyete taraftar mısınız?
Atsız: Tabiî, hiç taraftar olmaz olur muyum.
E A : Halkçı mısınız?
Atsız: Elbette
E. A : Laik misiniz?
Atsız: Şüphesiz
E. A : Devletçi misiniz?
Atsız: Evet
E. A :İnkılâpçı mısınız?
Atsız: Hayır. Belki bir fikir sonsuz olarak devam edebilir ve mahiyeti bozulamaz. Fakat inkılâpçılık ebediyyen devam edemez. Çünkü mevcut olan düzeni değiştirmek demek olan inkılâpçılık devam edecek olursa ortalıkta değiştirilecek birşey kalmadıktan sonra evvelce değiştirilmiş olanları da yeniden değiştirmek icap eder ki bu da inkılâbı bozmaktan başka birşey olamaz. Onun için inkılâp artık durmalıdır. Artık değiştirilecek bir şey kalmamıştır” (19).
Görüldüğü gibi Atsız’ın fikirlerinde hiçbir değişiklik yoktur. Hatta inkılâpçılık sorusuna verdiği cevapta Atatürk’ün yaptığı inkılâbın doğru ve yeterli olduğunu, İnönü’nün Atatürk’ün inkılâbını bozduğunu söyleyerek ima ile İnönü’ye çatmıştır. Atsız’ın Atatürk hakkındaki şu sözleri ilgi çekicidir:
“Şunu da unutmamalı ki O Sakarya ve Dumlupınar Meydan Savaşları’nı kazanmış bir kumandan, mahvoldu sanılan bir milleti kalkındıran devlet adamıydı. Tehlike anlarında ülkesini bırakıp gitmiş ve ünvanını durup dururken almış değildi” (20).
Özellikle “mahvoldu sanılan bir milleti kalkındıran devlet adamıydı” sözü üzerinde durmak lâzımdır. Bu verdiğimiz örneklerden de anlaşıldığına göre Atsız, Atatürk’ün devlet adamlığını da, devrimlerini de beğenmekte ve yazılarında desteklemektedir. O halde sorun nedir? Bunu anlamak için daha gerilere 1932 Temmuz’una kadar gerilere inelim.
1932 Temmuz’unda Ankara’da Birinci Tarih Kongresi başlar. Zeki Velidi Togan’ın, Atatürk’ün desteklediği tarih tezini desteklememesi üzerine, Şemsettin Günaltay ve Reşit Galip tarafından Zeki Velidi aleyhine iki konuşma yapılır. İlk önce Şemsettin Günaltay’ın konuşmasına bakalım:
“Burada Zeki Velidi Bey ile Sadri Maksudi’nin münakaşalarını dinlerken Zeki Velidi Bey’in meşum bir rol oynadığı diğer bir kongreyi hatırladım.
O kongrede de Zeki Velidi Bey ile Sadri Maksudi Bey yine Türklük dâvası etrafında şiddetle çarpışmışlardı. Çarlık devrildikten sonra Rusya’daki unsurlar kendi millî varlıklarını korumak için mesai sarfederlerken, Türkler de evvela Moskova’da, sonra da Ufa’da birer kongre akdetmiş, Türk adı altında bir birlik yapma teşebbüsünde bulunmuşlardı. Fakat Zeki Velidi Bey Ufa Kongresi’nde Türk namı altında Türk birliğininin teşekkülüne birinci derecede muarız (karşı gelen) olmuştu.
. . . . . . .
Acaba Zeki Velidi Bey aynı rolü bu kongrede de mi oynamak istiyorlar? Fakat emin olsunlar ki, bu kongrenin etrafında toplananların dimağlarından milliyet ateşi fışkırı-yor. Bu ateşin karşısında her gayret, her teşebbüs erimeye mahkûmdur.” (21).
Reşit Galip ise şunları söylemişti:
“Zeki Velidi Bey’in Darülfünundaki kürsüsü önünde talebe olarak bulunmadığıma çok şükrediyorum” (22).
Bu sözün üzerine Zeki Velidi’nin talebesi olan Atsız, yedi arkadaşıyla beraber Reşit Galip’e şöyle bir telgraf çeker:
“Biz, Zeki Velidi’nin talebesi olmakla iftihar ederiz”
Zeki Velidi’ye de bir telgraf çekerler:
“Tebrik ederiz”
Yıllar sonra Atsız anılarında bu telgraflardan bahsederken şu yorumu yapacaktır: “Reşit Galip’e çekilen telgraf, kongrede bulunanların tabirince bomba gibi patladı” (23). Evet telgraflar bomba gibi patlamış, bu da Atatürk’ün etrafındaki Türk olmayan dolayısıyla Türkçülüğe karşı olan dalkavuk takımına fırsat vermiştir. İşte bu dalkavuk takımı Atsız’ın Atatürk’le tanışmasını engellemiştir. Burada çok ilginç bir nokta vardır ki o da; 1932’de – Şemsettin Günaltay’ın yaptığı konuşmada gördüğümüz gibi- Türk birliğine karşı olmakla suçlanan Zeki Velidi’nin, oniki yıl sonra yani 1944’de “Türk birliğine taraftarlık” suçundan yani Turancı-lıktan tevkif olunup askeri mahkemeye verilmesidir. Bu olay da oniki yıl içinde özellikle Atatürk’ün ölümünden sonra devlet kadrolarının kimlerin eline geçtiğini gösteren dehşet verici bir örnektir.
Fakat gerek bu kongrede geçen olaylar, gerek bu olaylardan sonra Reşit Galip’in Maarif Vekilliği’ne getirilince ilk iş olarak Atsız’ı asistanlıktan alarak Malatya Ortaokulu’na Türkçe öğretmeni diye tayin etmesi (13 Mart 1933), Atsız’ın Atatürk hakkındaki her zamanki olumlu fikirlerini değiştirmez. Bunu ise Atsız’ın 1933 Ağustos’unda yazdığı “Çanakkale’ye Yürüyüş” adlı kitabındaki Türk gençlerine karşı söylediği şu ilgi çekici sözlerinden anlıyoruz:
“Dün ordularına ilk hedef olarak Akdeniz’i gösteren GAZİ elbette pek yakında ikinci hedefi de gösterecektir. İlk hedef Batıda idi. İkinci hedef Doğuda olabilir. Sen bu savaşta kanını akıtmak ve ölmekle mükellefsin” (24).
Görüldüğü gibi Atsız, Atatürk’ün Turancı olduğuna inanmakta ve Atatürk’ün sağlığında bu sözleri söylemektedir. Yine aynı kitapta yeralan”Toprak-Mazi” adlı şiirindeki şu dizeleri de ilgi çekicidir:
“Arkasında olmasaydı şanlı bir mazi
Bu milletten çıkar mıydı bir büyük GAZİ” (25).
Atsız Atatürk’ün kendisinin kontrolü dışında gelişen Türkçülüğe pek sempati ile bakmadığını bilmektedir. Çünkü Atatürk, bu yöndeki Türkçülüğün kendisine suikast düzenlemek isteyen İttihatçılar tarafından organize edildiğini düşünmektedir. Atsız bunu bilmekte ve Atatürk’ün bu düşüncesine hak verdiğini kendi anılarında belirtmektedir (26). Hatta Atsız anılarında “İsmet Paşa Cumhurbaşkanı olduğu gün en çok sevinenlerden biri de bendim” (27). demektedir. Yani bırakın Atatürk’e karşı olmasını, İsmet İnönü’ye bile karşı değildir. Peki o halde 1938’de olan nedir? 1938’de olan şudur: Rıza Nur Türkiye’ye dönmüştür!
Rıza Nur gelir gelmez daha önce mektupla tanıştıkları (28) Atsız’la, Rıza Nur arasındaki samimiyet ilerler. Bu samimiyet daha sonra Rıza Nur’un Atsız’ı manevi evladı olarak kabul etmesi gibi yüksek boyutlara kadar çıkar. Yıllar sonra Atsız, Rıza Nur’un anılarının yayınlanmasına izin vermekle, böylece Atatürk düşmanı olmakla suçlanacaktır. Bu konuda Refet Körüklü’nün bilgilerine başvuracağız. Refet Körüklü 1944’ten 1975’e kadar yani Atsız Beğ- in ölümüne kadar yanından ayrılmamış, Atsız Beğ son nefesini verirken de yanında bulunan Türkçülerden birisidir. Bakalım o bu konuda neler söylüyor:
“Atsız Beğ zaten Rıza Nur’un anılarını yayınlanmadan evvel okumamıştı. Ayrıca Atsız Beğ’in bu anıların yayın-lanmasıyla hiçbir ilgisi yoktur. Bizim bildiğimiz bir yazar (Kadir Mısıroğlu) anıların aynısını çekerek Türkiye’ye getirmiştir ve yayınlamıştır.”
Bir çok defalar sahte Kemalistlerimizin Atsız’a saldırmak için araç yaptıkları bu anıların yayınlanmasına izin vermesi olayının aslı işte budur. Ayrıca Atsız’ın bu anıların yayın-lanmasından sonra, yazılarında Rıza Nur’dan hiç bahsetmemesi bilâkis Atatürk’ün hatırasına saygısızlık edenleri seviyeli bir şekilde uyarması, Atsız’ın Atatürk hakkındaki olumlu fikirlerine delildir. “Hürriyet Sarhoşluğu” adlı yazısında Atsız şöyle demektedir:
“1961 Anayasasını hazırlayanların hepsi sözde Atatürkçülüğü kimseye vermedikleri halde onun (Atatürk’ün) anayasasından Türk Devletinin Milliyetçi olduğu hakkındaki kelimeyi çıkarmakla hatırasına ihanet etmişlerdir. Çünkü o ömrü boyunca milliyetçi olduğunu söyleyip durmuştur” (29).
“Fantaziler” adlı yazısında ise Başbakan Sadi Irmak’ın hem Atatürkçülüğe aykırı işlerde bulunmasını hem de Atatürkçülükten dem vurmasını Atatürk’ün hatırasına ve eserine saygısızlık olarak niteler:
“Sadi Irmak’ın Atatürkçülüğe aykırı davranışları bu kadar da değildir. Ankarada’ki bir ünevsitede “Türk gençleri diye hitap ettiği yaratıkların” -Biz Türk değiliz- diye bağır-malarına, iğrenç komünist selamıyla sol yumruklarını havaya kaldırmalarına ve hakaretlerine ancak gözyaşıyla mükabele edip salonu terketmesi de Atatürkçülüğe zıt, acizâne bir harekettir.
Böyle bir durum karşısında Atatürk’ün nasıl davranacağını, o üniversiteyi yerle bir edeceğini bilmiyor muydu?
Doğrusu Atatürk’ün hatırasına ve eserine hakaret edilirken susan bir Başbakanın Atatürkçülükten dem vurması fantaziden başka birşey değildir” (30)
“Türk Büyüklerine Saygı” adlı yazısında ise İstanbul Üniversitesi’ndeki Atatürk heykelinin çok çirkin yapılmış olduğunu belirtir ve kaldırılmasını ister:
“Atatürk’ün büstü bize, İstanbul Üniversitesi Merkez Binasının bahçesindeki Atatürk heykelini hatırlattı. Görenlerin bildiği gibi heykel erkek ve kız iki üniversiteli öğrencinin ortasında Atatürk’ü göstermektedir. İşin garibi öğrencilerin atlet kılığında, Atatürk’ün ise entarili olarak tasvir edilmiş olmasıdır. Herşeyden önce bir asker olan Atatürk’ü gecelik denecek çirkin bir kılıkla, eski Asuri ve İran hükümdar röliyeflerindeki şekillere benzeyen biçimde canlandırmak hem Türk milletine, hem de onun hatırasına saygısızlık-tır” (31).
“Kim Millî Kahramandır” adlı yazısında ise Atatürk’ün millî kahraman olduğunu söyler (32).
Atatürk’ün devrimlerini, inkılâplarını anlayan, destekleyen onun milliyetçilik anlayışının kendi milliyetçilik anlayışından pek farklı olmadığını söyleyen (33), onun “Millî bir Kahraman” olduğunu belirterek, kötü yapılmış bir heykeline bile üzülen ve kaldırılmasını isteyen bir insanı, Atatürk karşıtı yapabilmesi için, insanın ya sahte Kemalist, ya İs-lâmcı, ümmetçi bir molla, ya da geri zekalı olması gerekir.
Sağ, sol ve Türkçülük hakkındaki söylediklerimizde karanlık noktalar varsa şu soruları sorarak zihinleri açmaya çalışalım. Ziya Gökalp solcu mudur, sağcı mıdır? Yusuf Akçura solcu mudur, sağcı mıdır? Atatürk veya Nihal Atsız için aynı soruyu soracak olursak verebileceğimiz cevap ne olabilir? Elbette ki ne solcudurlar, ne sağcıdırlar, sizin de bildiğiniz gibi Türkçüdürler.
Neticede söylemek istediğimiz şudur: Türkçülük ne sağ ne de sol bir fikirdir. Sağ ve sol gibi basit, sınırlı, varolmaları için birbirlerine muhtaç kavramlar, Türkçülük gibi yüksek bir ülküyü ifade etmek için yeterli değildirler. Türkçüler Atsız’ın da dediği gibi “toplumcu”, Ziya Gökalp’in ifade ettiği gibi “siyasette halkçı, kültürde Türkçüdürler” (34). Atatürk, Türkçülüğü uygulamaya sokan en son insandır. Sadece Anadolu’daki Türklerin değil, bütün dünyadaki Türklerin atasıdır. En büyük Türkçüdür. Adı cumhuriyet tarihindeki Türkçülükle özdeşleşerek, bayraklaşan karakter abidesi Atsız ise onun en iyi öğrencisidir. Bu iki insanın sevgisi ve yolu Türk insanının gönlünde yer ettiği gün, Türk ulusu içinde bulunduğu kötü durumdan kurtulmak için muhtaç olduğu kudreti damarlarındaki asil kanlarında bulabilecektir!…