Hürriyet Sarhoşluğu

1961 Anayasası Türk milletine iyi bir düzen getiremedi. Suç anayasada değil, onu uygulamasını bilmeyen hükümettedir demek doğru değil. Polis üniversiteye giremez diye tepinen hain profesörler anayasaya dayanıyordu. Ordunun desteği ve iradesiyle, olağanüstü yetkilerle iktidara gelen Nihat Erim hükümeti de iyi niyetine ve azmine rağmen o anayasa ile işleri yürütemeyip sıkıyönetim ilân etmek zorunda kaldı ve anayasanın değiştirilmesi işine girişti.

Yürürlükteki, anayasa, hukuk profesörü olan Başbakan Nihat Erim’in ifadesine göre dünyanın en hür anayasalarından biridir ve bizim için lüksten başka bir şey değildir. Komünizmi serbest bırakan ülkelerin anayasalarında bile bu kadar hürriyet yoktur.

Hürriyet, müeyyide olmadığı zaman çabuk yozlaşan, kötüye kullanılmaya çok elverişli bir şeydir. Netekim Türkiye’de böyle olmuş, disiplin diye bir şey kalmamış, âdi ve siyasî suçlar hızla çoğalarak ve cezasız kalarak memleketi uçurumun kıyısına kadar getirmiştir.

1961 Anayasasının temel hak ve hürriyetlere ait bir 11. maddesi vardır ki, korkunç bir şeydir ve ne gariptir ki, bu madde değiştirilmesin diye inatla direnenler var.

11. madde şudur:

Temel hak ve hürriyetler anayasanın özüne ve ruhuna uygun olarak ancak kanunla sınırlanabilir. Kanun, kamu yararı, genel ahlâk, kamu düzeni, sosyal adalet ve millî güvenlik gibi sebeplerle de olsa, bir hakkın ve hürriyetin özüne dokunamaz.

Demek, insanın temel hakları denen “özgürlükler!” o kadar mühim ki, devlet buna kamu yararlan için dokunamıyor.

Hatta genel ahlâk için de dokunamıyor.

Hatta kamu düzenini sağlamak için de dokunamıyor.

Hatta sosyal adalet için de dokunamıyor. Ve hatta, millî güvenlik için de dokunamıyor.

Yani fertlerin hürriyetleri, millî güvenlikle çatıştığı zaman millî güvenlik feda ediliyor; fert hürriyeti sağlanıyor.

Böyle bir mantık dünyanın hiçbir yerinde görülemez. Buna dense dense hürriyet sarhoşluğu denebilir. Sarhoşluğun sonuçları da meydanda…

Hele bu maddenin değiştirilmemesi için en çok inat eden İsmet İnönü’nün bu davranışına şaşmamak mümkün değildir. Sanki, kendi iktidar çağında insan haklarına, vatandaş hürriyetine pek saygı göstermiş, ömrü boyunca hürriyet ve hak havarisi olmuş da, hürriyetler kısıtlanırken gönülden üzülmüş gibi direnmesi şaşılacak, belki de gülünecek bir harekettir.

Zonguldak ve civar illerdeki vatandaşların kömür ocaklarında zorla çalıştırılması, kan dâvası güden ailelerin bütün fertlerinin zorla başka illere sürülmesi, Şeyh Sait isyanından sonra doğudaki pek çok ailenin topyekûn batıya göçürülmesi, birkaç müzevir namussuzun telkini ile Türkçülerin tutuklanıp boşu boşuna bir buçuk yıl hapiste kalması hep onun zamanında olmuştu.

Bundan başka “Takriri Sükûn Kanunu”, “Tedbirler Kanunu” gibi anayasaya aykırı ve hürriyetleri sınırlayıcı kanunlar da İsmet Paşa’nın buluşudur. Şimdi bütün bunları unutarak hürriyet bayrağını açmak, aşırı hürriyette direnmek, akrep yuvalarının savunmasını yapmak cidden bir fâciai mudhike oluyor.

O kanunlar zaruretti denecek. Bugün daha şiddetli zaruretler ayan beyan ortada değil mi? “Irkçı- Turancı” denen Türkçüler ne banka soymuş, ne adam öldürmüş, ne devlet düzenini değiştirmeye kalkmış, hatta ne de en küçük bir suç işlemişti. Onlar komünizm tehlikesine dikkati çekmişlerdi. Yüzde yüz haklı oldukları da pek çabuk anlaşılmıştı. Bugün İnönü’nün tesâhüb eder görüldüğü idam cezaları verilirse müdahalede bulunacağını imâ ettiği (*) komünistler (banka soygunlarını, anarşist propagandalarını, İsrail konsolosunu öldürmelerini bir yana bırakalım), devletin silâhlı kuvvetleriyle beton duvarların arkasına sığınarak saatlerce ateş teatisinde bulunmuşlardır. Yurtta komünist rejim kurmak istedikleri anlaşılmıştır. Askerî kuvvetler arasına da sızmışlardır. Dışardan destek gördüklerini Başbakan kaç defa açıklamıştır.

Durum bu iken İnönü hâlâ aşırı sağ dediği Nurcuları ve yobazları komünizmden daha tehlikeli görmekte yahut öyle görünmektedir.

Nurcularla yobazlar beyni donmuş zavallılardır. Onları tank ve topla silâhlandırıp “haydi, Türkiye’yi zaptedin” deseler yine bir şey yapamazlar. Savaşın en ateşli zamanında hepsi birden namaza durup tutsak düşerler. Kendilerini destekleyen dış kuvvet de bizzat himmete muhtaç zavallı Arap devletleridir.

Fakat komünistler öyle mi? Yüz yıldır bütün dünyaya yayılıp teşkilâtlanmış, Rusya’dan sonra Çin gibi büyük ve Doğu Avrupa ülkeleri gibi orta veya küçük birkaç ülkede zorla veya hileyle iş başına gelmiş, eski, Amerikan cumhurbaşkanlarından birinin yardımcısını Stalin’in ajanı yapacak ve atom sırlarım çalacak kadar başarı göstermiş bir tehlikedir. Bu tehlikenin en tesirli tarafı kozmopolit ve beynelmilelci yani hümanist gözükmeğidir. Her ne kadar komünizmin, Moskof ve Çin emperyalizmi olduğu artık anlaşılmışsa da dünyadaki, milyonlarca budala ve Türkiye’deki, birçok devşirme döküntüsünü aldatmaya ve kullanmaya devam etmektedir.

1961 anayasasının getirdiği aşırı hürriyetler komünizmin gelişmesine çok elverişli bir ortam yaratmıştır. Türkiye İşçi Partisi adıyla bir komünist partisi kurulmuş, bu par tinin son başkam Türkiye haklarından bahsetmiş, kendisine bunun ne demek olduğu sorulunca “doğuda Kürt vatandaşlarımız yok mu” diye cevap vermiştir.

Sıkıyönetime kadar her gün devam eden grevler, üniversite olayları memlekette düzen bırakmamıştı. Fertlerin grev ve toplantı hakları kısıtlanırsa düzenin sağlanacağı belliydi. Artık “özgürlük” var diye üniversitelere beynelmilel serserilerin resimleri asılamayacak, rektör ve dekan odaları işgal olunamayacak, profesörler tahkir edilemeyecek, trafik durdurulamayacaktı.

Bu çirkin davranışlar, gerçekten masum haklar olsa bile mademki, toplumun düzenini bozuyordu, kaldırılması lâzımdı.

Orgenerallerin muhtırası bu büyük ihtiyacın, son anlarda başvurulmuş tedbirinden başka bir şey değildi. Türkiye’nin yaşaması için insan hakları denen lüzumsuz hürriyetlerden bazılarının kaldırılması gerekiyordu. Fakat hürriyet havarisi İsmet İnönü karşı çıkıp 11. maddeyi savundu.

12 yıl devlet başkanlığı, ondan daha fazla yıl başbakanlık yapmış bir kimsenin, kendi zamanında devlet selâmeti adına istiklâl mahkemeleri kurulup insanların asıldığına şahit olmuş bir devlet adamının bu çıkış ad vermek çok güçtür.

İsmet İnönü Takriri Sükûn ve Tedbirler Kanunundan başka tabiî senatörlük, gibi dünya tarihinde eşi bulunmayan bir garibeyi de icad etmiş, kişidir. Yani memlekette, zahiri de olsa, düzen kurulsun diye kanun dişi bir müesseseyi kanunlaştırmak marifetini göstermiştir. Peki, şimdi, düzenin kurulması için bazı lüzumsuz hürriyetlerin kısıtlanmasıyla Türkiye batacakmış gibi neden telâş gösteriyor Hukuk Profesörü Nihat Erim, Alman anayasasında hürriyeti kısıcı çok şeyler olduğunu yetkili ağızla söyledikten sonra İnönü hâlâ ne diye direniyor? Bu direnişin, komünistleri sevindirdiğinin farkında değil mi? Şu anda sıkıyönetim yürürlükte olduğu için yoksun olduğumuz bazı “özgürlükler”den dolayı hiçbir şikâyetimiz yok. Hatta memleketin ancak şimdi normal bir düzenle idare olunduğunu söylemek çok yerinde olur.

Ücreti artmayan işçi fabrikayı işgal edip milleti milyonlarca lira zarara sokacak, yahut sokaklara dökülüp trafiği aksatacak, öğretmenler memur olduklarını unutup grev yapacak (çoğu zaten ders içinde de grevdedir ya), Deniz Yolları İşletmesi’nin 900 lira aylıklı cahil çımacıları bunu az bulup 24 saat iş başı etmeyecek, üniversiteliler “eylem” diye milyonluk âletleri kıracak, bir kısım hain profesörler bu öğrencileri sinsi sinsi kışkırtıp derse girmek külfetinden kurtulacak… Fakat mukaddes insan hakları adına bunların hepsi sineye çekilecek…

Böyle Türk devleti olmaz. Türk devleti çok sert disiplinli devlettir. Devlet disiplinini bozanlar, yasaya karşı gelenler şiddetle cezalandırılır. Hürriyet diye maskaralıklara göz yumulmaz. Her yerde ve işte “sıra” ve “saygı” hâkimdir. Şeriat düzeninin hâkim olduğu zamanlarda bile şeriat, devlet, düzenini bozmak istidadını gösterince bir yana atılmıştı.

Bugün dünya bir fikir ve belki, de sinir buhranı geçiriyor. Hürriyet uğruna yapılmayan herze kalmamıştır. Seks hürriyetleri insan denen “eşrefi mahlûkat”ı köpek derecesine indirmek üzeredir. İslâm çağının meczup abdalları, kalenderleri gibi Batı’da da şimdi Hipiler,.Beatles’lar türemiş, İngiliz Kraliçesi bu heriflere asalet payesi vermiştir.

Birçok solcu profesörün tutuklanması üzerine Ankara’daki, kara cübbelilerin yürüyüş yapmaya kalkması ve Sıkıyönetimin dur demesi üzerine durması da aynı cinsten bir davranıştır. Profesör olmak akıl fukarası, hatta hain olmaya mâni değildir, Bu ahmaklar yürüyüş yapacaklarına eser yazsalardı görevlerini yerine getirmiş olurlardı. O kabiliyetleri olmadığı için kolay olan yürüyüşü tercih ettiler.

Ey hürriyet kahramanları! Neden, yürümediniz? İnançlı kişiler olsaydınız dur buyruğundan değil, süngüden de korkmazdınız. Süngüye karşı yürüyüp ökeydiniz sîze inanmış kahramanlar denirdi. Şimdi ise sadece maskara diye adlandırılıyorsunuz.

Haydi, diyelim ki, bu profesörler kendilerini allâmei cihan ve dâhi-i zaman sayıyor da dünyayı “tüm özgürlük”le kurtaracaklarına inanıyor. Kendilerine; “Korkma! Arkanda ben varım” diyen ruhlar var. Ya İsmet İnönü’ye ne diyelim?

Sen bütün siyasî hayatın boyunca, hürriyetleri sınırla, kıs, hatta kaldır; sonra Türkiye’de silâhlı ayaklanmaların olduğu, şehir eşkıyası denen komünistlerin belki, de üçte birinin henüz yakalanmadığı, başbakanın “hâlâ tehlike içindeyiz” dediği bir devrede 11. maddenin savunmasını yap. Buna lâf kıtlığında asmalar budamak derler.

Türkler haysiyetli yaşamak için aşın hürriyete muhtaç değildir.

Aşırı hürriyet, sonuç olarak ahlâka, geleneğe, millî mefahire, millî çıkara, millî güvenliğe zarar veren hürriyet demektir.

İsmet İnönü hürriyettir diye Türk büyüklerine sövülüp sayılmasına razı mıdır? Biri çıksa da: “Malazgird bir vahşettir. Alp Arslan ve Romanos Diyogenis bu vahşeti idare etmiş iki, barbardır” dese tasvib eder mi?

Eski, Fransa başbakanlarından Leon Blum’un dediği gibi erkeklerin kız kardeşleriyle evlenmesinin ailelere “mutluluk” sağlayacağını propaganda etmek için bir dernek kurulmasını doğru bulur mu?

Bir gazeteci devlet sırlarını elde edip gazetecilik görevidir diye bunları açıklasa bu hareketi hürriyeti kullanış mı sayar, yoksa ihanet mi?

İnönü’nün en korktuğu şey geriye dönmek.. Fakat her geriye dönüş kötü değildir. Atatürk çağı anayasasındaki, “milliyetçi” kelimesinin tekrar oraya konulusu bir geriye dönüş olur ama şahane bir geriye dönüştür.

1961 anayasasını hazırlayanların hepsi sözde Atatürkçülüğü kimseye vermedikleri halde onun anayasasında Türk devletinin milliyetçi olduğu hakkındaki, kelimeyi çıkarmakla hâtırasına ihanet etmişlerdir. Çünkü o, ömrü boyunca, milliyetçi olduğunu tekrarlayıp durmuştur.

Günümüzde ise Türk aydınları iyice yozlaşarak ileri insan olmayı kozmopolit olmak mânâsında anlamaya başladılar.

Nihat Erim kabinesinin anayasayı değiştirme çalışmaları sırasında parti başkanlarından yalnız ikisi, Turhan Feyzioğlu ile Alparslan Türkeş yeni anayasasının milliyetçi karakterde olması gerektiğini söylediler.

1961 anayasasının 4 milyona karşı 6 milyon oyla kabul edildiği baklandaki, iddiaya inanmıyorum. Bu anayasaya oy vermek için ben, belediyenin tuttuğu bir araba ile ve birçok kişiyle birlikte dağ başı denecek kadar uzak bir yerde kurulmuş bir çadıra gittim. Çadırda bir kutu ve bir tek memur vardı. Halbuki, her zaman oylarımızı kasaba içindeki, okulların bahçesinde verirdik. Bu oyların sayımı ve tasnifi kimin kontrolünde yapıldı? Yalnız benim oy attığım kutu değil, bütün kutular kontrolsüzdü ve memurun sütüne yahut aldığı direktife kalmıştı. Bu sebeple 1961 anayasasını millî tasvibe mazhar olmuş diye düşünmek imkânsızdır. Zaten Millî Birlik Komitesi diktatörlüğü zamanında 10 milyon oy “hayır” çıksaydı ne olacaktı? Sonuç değişecek miydi?

Şimdi başımızı kuma gömmekten vazgeçerek artık ciddiyetle bir anayasa hazırlamaya ve bunu yalnız batı anayasalarının kopyası olarak değil, millî örfümüzü de düşünerek yapmaya bakalım. Bu sebeple anayasa işi yalnız hukuk profesörlerinin değil, tarih ve sosyoloji bilginlerinin, hattâ psikiyatri uzmanlarının da katılmasıyla yapılacak çağdaş bir eser olmalıdır. Tabiî, gerçek bilginleri kastediyorum. Unvanında “ordinaryüs” bulunan kara cahilleri değil…

Sözde diktatörlüğü önlemek için cumhurbaşkanının üst üste iki, defa seçilememesi gibi mantıksız tedbirleri bırakıp devlet başkam olmak sıfatı ile onun yetkilerim çoğaltalım. Yalnız başbakan seçmek ve kanunları bir defa geri göndermek gibi hemen hiç mesabesinde olan cumhurbaşkanı haklarını çoğaltarak Türk devlet başkanlarına yaraşır şekilde, buhranlı anlarda Meclîsi dağıtmak, olağanüstü tedbirler almak gibi kanunî yetkiler Yerelim. Genelkurmay Başkanlarının ordu üstündeki, otoritesini çoğaltarak onun emekliye ayırdığı subayların. Danıştay kararıyla yine göreve gelmesi gibi otorite kırıcı halleri önleyelim. Görev ve yetkileri anayasada yazılı bir “Araştırma Kurulu” kurarak hızla gelişen bilim ve tekniğe adım uydurmanın yollarını bulalım. Bir kurultay kurarak millî tarihimizin kadro ve çerçevesini, dilimizin gramer ve terim bulma esaslarını hazırlamaya bakalım. Ve:

Aşırı hürriyetin, imparator kusurunda bile anırıp yuvarlanmaktan çekinmeyen eşeklere mahsus olduğunu, görünmem mürekkeple bütün kitapların başına yazalım…

(*) Komünistlerin idamına muhalefet edeceğini söyleyen İnönü, Adnan Menderes’in idamına seyirci kalmıştır. “Time” dergisinin 22 Eylül 1961 tarihli sayısının 25. sayfasında, o zamanki, Hindistan elçisi Atal’ın İsmet İnönü’ye başvurarak nüfuzunu kullanmak suretiyle idamları durdurmasını teklif ettiği, fakat İsmet İnönü’nün bunu reddettiği yazılıdır.

Share
Published by
Hüseyin Nihal Atsız