Bir Millet Nasıl Çökertilir?
Milletlerin asıl kuvvetinin ruh ve inanç gücü olduğunu artık herkes öğrendi. Bundan dolayıdır ki şimdi, çökertilmek isten milletlerin manevî yönüne saldırılıyor.
Bu taktiğin en düşündürücü örneği Sovyetler Birliği’ndeki Türkler’dir. “Milletlere istiklâl, insanlara hürriyet” yalanıyla iş başına gelen komünistler, yerlerini berkittikten sonra ilk iş olarak imparatorluklarındaki yabancı milletleri, özellikle Türkler’i çökertmek yoluna girdiler.
Çarlık zamanında tek alfabe ve tek edebî dili olan Türkler’i önce Kazak, Özbek, Kırgız, Türkmen, Karakalpak, Oyrat, Başkurt, Tatar, Azerî, Kırım gibi parçalara bölüp bunlara ayrı alfabeler hazırladılar. Beş on yıl sonra bu alfabeleri değiştirerek Kiril harfleriyle karışık, gayet berbat ve Türk lehçelerinin hakkını vermekten âciz yeni alfabeler çıkardılar. Çağatayca’nın devamı olan edebî dili kaldırarak yerli halk ağızlarını ayrı millî diller haline getirmeye çalıştılar.
Bu Türkler’e ayrı ayrı uydurma tarihler yaparak büyük geçmişi ve geçmişteki birliklerini unutturmaya savaştılar. Bu da yetmiyormuş gibi, tarihte eşi görülmemiş bir hayâsızlıkla Türk ülkelerinin Ruslar tarafından istilâsını iki milletin birleşmesi bayramı haline getirip kutlama törenleri yaptılar. Öte yandan da bu sözde Türk Cumhuriyetleri’ne Rus göçmenleri doldurarak bunları zaman içinde eritmek plânlarını uygulamaya koyuldular. Bugün belki 50, belki 100 yıl sonra, halk Ruslaşmıştır diye bu cumhuriyetlerin kaldırılması yoluna gidilecektir. Bu düşüncenin tatbikatından olarak, Sovyetlerdeki Türkler’in en batı kolu olan Kırımlılar top yekûn sürülmüş, bu eski Türk ülkesi Slavlaştırılmıştır.
Çin’in, İran’ın, Afgan’ın, Irak’ın yaptıklarını saymaya lüzum yok. Aşağı yukarı aynı şeydir. Fakat bütün bunlar yabancılar tarafından, Türkler’den korkan milletler tarafından yapılmaktadır. Onların hepsinin Türkler’le eski maceraları vardır ve bu maceraların hâtırası onları en güçlü zamanlarında bile titretmektedir.
Şimdi bu dost görünüşlü, yüze gülücü milletleri bir tarafa bırakalım da biraz kendi içimize bakalım: Bugün Türkiye’de Türklüğü çökertmek için yapılan çalışmaları görmemek için art düşünceli olmak lâzımdır. Son yıllarda, sözde Amerikan emperyalizmine karşı Türkiye’yi korumak (!!), gerçekte bu memleketi Sovyetleştirmek için çalışan beyni yıkanmış bir alay genç, kendilerini millî kahraman sayan bir yığın psikopat, şimdiye kadarki hükümetlerin aldırmazlığından faydalanarak millî ruhu yıkmaya çalışmakta, bu uğurda cinayetler yapmayı göze almaktadır.
Bu neden böyle oldu? 20-30 yıl milliyetçiliğin ocakları olan Ankara’daki Hukuk ve Siyasal Bilgiler Fakülteleriyle İstanbul fakülte ve yüksek okulları niçin bu hale geldi?
Çünkü cumhuriyetin kuruluşundan beri siyasî iktidarlar millî ülküyü değil, yalnız kendi iktidarlarını düşündüler. Millî ülküyü temsil eden kuruluşları kendi iktidarları için engel veya tehlikeli görerek bertaraf ettiler.
Halbuki partiler, istediği kadar demokrasinin “lâzım-ı gayrı müfâriki” olsunlar, bir hadden sonra, iktidara gelme gayretinin neticesi, zararlıdırlar. Parti çatışmalarını, yalnız yurt ve millet uğruna yapılıyor gibi görmek, bunda şahsî ihtirasların ve hatta kinlerin rol oynadığını görmemek çok yanlıştır. Partiler, muhalefette iken bağırarak şikâyet ettikleri davranışları iktidara geçince aynı ile yaparlar.
Demokrat Parti muhalefette iken şiddetle savunduğu “nisbî seçim” usulünü iktidara geçince unuttu. Evvelce Demokratların nisbî seçim isteğine aldırmayan Halk Partisi ise muhalefete düşünce nisbî seçim feryadına başladı.
1970 Haziran’ında komünist kışkırtmasıyla yapılan kanlı yürüyüş hareketlerine, Ahmet Yıldız adında bir Tabiî Senatör, sırf iktidar partisine olan kini dolayısıyla “bu bir ayaklanma değildir. Sıkıyönetime lüzum yoktur” diyecek kadar aklın ve mantığın dışına fırladı.
Şoförler dövülerek arabaları zorla alınıp içine dolan nümayişçileri götürmeye zorlanıyor, karakol ve kaymakamlık binaları basılıp tahrip ediliyor, yol üzerindeki bakkal vesaire dükkânları yağma ediliyor, bakanlar çirkin işaretler yapılarak “bu apartmanlar bizim olacak” diye bağırılıyor, bir polis memuru başı taşla ezilerek öldürülüyor, dört yarbayla birçok polis yaralanıyor ve Bay Ahmet Yıldız buna “ayaklanma değildir” diyor.
Peki, ayaklanma nasıl olur?
Ancak asker silâhı ile durdurulan bir harekete ayaklanma değildir demek için insanın mantıktan tecerrüt etmesi, aklı bir kenara koyması lâzımdır. Buna ayaklanma değildir diyen adamın eski bir kurmay albay olduğunu düşünmek ise insana dehşet veriyor. İşte kırkından sonra yalan yanlış edinilen sosyolojik ve ekonomik bilgiler kişiyi bu hale koyar. “İyi olan her şey soldur. Fena her şey sağdır” dedirir. 16 Haziran’a ayaklanma değildir dedikten sonra gönül rahatlığı içinde Malazgirt savaşına da bir çete çarpışması diyebiliriz.
Bir memlekette siyasî partilerin dışında millî ülkü ve kültürü geliştirmek için çalışan üniversiteler ve diğer kuruluşlar olmazsa o memleketten hayır kalmaz.
Vaktiyle bir “Türk Ocağı” vardı. İyi, kötü Türk ruhuna hitap ediyor, millî ülkü ve kültürü geliştiriyordu. Siyasî bir kuruluş olmadığı için kültür alanındaki Türk birliğini anlatıyordu. İlkönce Askerî Tıbbiyelilerin kurduğu bu ocak zamanla gelişerek yurtta birçok şubesi olan yaygın bir dernek haline gelmişti. Hayırlı sosyal faaliyetleri oluyordu. Hiçbir lüzum ve sebep yokken bu ocak kapatılarak Halk Partisi’ne eklendi. Ocağın çok büyük servet demek olan binalarıyla eşya ve kitaplarına parti el koydu. Hatta bu el koyuş Türk Ocağı idare heyetlerinin kendi istekleriyle oluyormuş gibi bir de mizansen hazırlandı. Bunu kabul etmek istemeyenlerden, o zamanki İstanbul Türk Ocağı İdare Heyeti Üyesi Mehmet Halit Bayrı, Halk Partisi İstanbul Başkanı Şemseddin Günaltay tarafından “sonra ekmeğinden olursun” diye tehdit edildi. Neticede, millî kültür ve şuurun o zamanki tek mümessili olan kuruluş boş yere ortadan kaldırılmış oldu.
1944’te yalan, iftira ve tezvirle Türkçüler tutuklanarak sıkıyönetim mahkemesine verildiler. Gerçi bir buçuk yıllık hapisten sonra kurtuldular ve beraat ettilerse de bu süre içinde satılık kalem ve vicdanların aylarca süren namussuzca iftira kampanyası dolayısıyla Türkçülük, kamuoyunda umacı haline getirilebildi.
1953’te, 80’den fazla şubesiyle yurda yayılarak millî ruhu geliştirmeye çalışan “Türk Milliyetçiler Derneği”, Adnan Menderes ve Fuat Köprülü’nün türlü isnatlarıyla, gerçekte “Köylü Partisi”ni destekleyecekleri korkusuyla, kapatıldı.
Türkçülük yolunda olanlar birer birer ve ısrarla bertaraf edilince tabiî olarak ortaya nurcular ve komünistler çıktı. Aç kalan insanın çöplükten sebze artığı toplaması gibi manevî yönleri aç bırakılan gençler manevî çöplüklere yöneldi. 1961 anayasasının getirdiği geniş hürriyet havası içinde bu durumda bugünlere geldik.
Artık bu toplum, satmak için koli basilli Zemzem getiren hacıları, dışardan beslenip insanlık dâvası güden solcuları, muhtekir tüccarları ve her şeyi ile tamamen maddeci olmuş bir toplumdur. Ortada kazanç hırsından başka bir şey görüyor musunuz? Personel Kanunu dolayısıyla bütün meslek gruplarının sokaklara dökülerek daha çok maaş almak için yaptıkları yürüyüşler, gösterişler bu maddeciliğin çirkin ve yüz kızartıcı belirtilerinden başka nedir?
Bütün bunların ana kaynağı, ilk sebebi millî ruhu geliştiren müesseselerin ortadan kaldırılmasıdır, insanlar yüksek bir amaca gönül vermez, bir ülküye bağlanmazsa insanı insan yapan vasıfların en mühimini kaybetmiş demektir. Artık o insanlar için hayat tamamıyla zevk ve menfaat üzerine oturtulmuştur. Gazetelerde pek çok örneklerini okuduğumuz aile faciaları, evden kaçan çocuklar, fuhşa düşen kızlar, cinayetler, paraları alıp kaçan mutemetler hep yıllardır ekilen kötü tohumların yemişleridir.
Kişiye 40 gün deli derlerse deli olur. Türk gençleri de 40 gün değil, yıllarca, millî değerlerin kötülendiğini, başkalarının övüldüğünü duya duya, cezasız kalan çalıp çırpmaları, vurgunları göre göre kendi milletlerine düşman edildi.
Buna karşı hükümetler ne yaptı? Yunan klâsiklerini, Rus klâsiklerini Türkçe’ye çevirerek Türkiye’de bir Rönesans yapılacağını düşünecek kadar basitleşti. Fabrika, baraj ve yol ile kalkınırız sandı.
Kalkınmanın manevî yönü akıllarına gelmediği için, manevî yön Nurcular, Ticanîler ve Marksistler tarafından dolduruldu. Yetişecek nesilleri millî kültürle besleyecek ders programları yapılmadı. Milliyetçiliğin en tesirli vasıtası olan edebiyat, tarih, yurttaşlık dersleri tatsız zahmetler haline kondu. Okuldan olumlu bir şey alamayan zavallı çocuklar okul dışından, yani gazete, dergi, sinema, sahne, plaj, sokak ve radyodan olumsuzu bol bol ele geçirdiler.
Hayâsızlık o dereceye vardı ki bir numaralı vatan haini olan Slav tohumu Nâzım Hikmet Verzanski “büyük vatan şairi” olarak ilân edildi. Atatürk’ün “Bir Türk cihana bedeldir”, “Türk âleminin en büyük düşmanı komünizmdir” gibi sözleri unutularak onun bir sosyalist olduğu ileri sürüldü ve yüzlerce resmi dururken karakalemle çizilip Lenin’e benzetilen resmini duvarlara asmak marifet sayılır oldu.
Kendi kültür ve tarihlerini bilmeyen, yabancı kültür ve propaganda ile beslenerek aşağılık duygusuna kapılan gençler, kafalarında bir millî kahraman olmadığı için odalarını Türk büyüklerinin değil de Mao, Stalin, Ho, Lenin vesairenin resimleriyle süslediler. Orta Asya’da yok edilen Türkler onları hiç ilgilendirmezken Vietnam’da, Afrika’da ölen insanlara ağıtlar yazdılar.
Bu kafadaki gençlerin daha da çoğaldığını düşünün. 20-30 yıl sonra devletin her kademesinde bunlar bulunacak. Hayatın gerçekleri diye belledikleri herzelerin sonucu olarak oy birliği ile “Türk Halkları (!)”nı Sovyetlerle birleştirirlerse bunda şaşacak bir taraf kalır mı?
Milletler böylece, millî değerleri çürütülerek, birbirine düşman edilerek, yabancı ülkülerin propagandası yapılarak, mazi unutturularak, dili bozularak, gençleri iptidaileştirerek çökertilir.
Şu “kanun boşlukları” denen nesneyi ortadan kaldırıp Türklüğü yok etmeye çalışan zihniyetin kökünü kazımak lâzım.
Orkun yazıtlarındaki öğüdü unutmayalım:
Türk Budun! Ökün (1)
(1) “Ökün”, eski Türkçe’de hem düşün, hem de pişman ol anlamındadır. Yuluğ Tegin’in hangi mânâda kullandığını bilmiyoruz ama “düşün”, yani “aklını başına topla” demek istediğini sanıyorum.