Sıfıra Cevap
Benim, sıfırlarla uğraşacak zamanım yoktu. Fakat o “Sıfır”, “Dâvam” adıyla çıkardığı kitabın bir kısmında bana taarruz ve hattâ hakaret etmeğe yeltendiği için, zamanımı israfa mecbur oldum. Yazması kalemime ağır gelen “Hasan Ali”yi kullanmaktansa, sevimli ve hoş “Sıfır”ı ele almağı tercih ettim. Kendisi her ne kadar, ancak Atatürk’e nispetle sıfır olduğunu iftiharla ileri sürüyorsa da ben bunu kabul etmiyorum. Çünkü sıfırın en büyük rakamdan en küçük sayıya kadar nisbeti yine sıfırdır. Halbuki ben, bana göre nâmütenâhi derecede büyük olan şahsiyetlere, meselâ Fatihe göre de “Bir” olduğum için, bir Sıfırla, yani bir hiçle muhasamaya girişmek benim için cidden bir tenezzül olurdu. Buna mecbur kaldığım için, sıfırı birin karşısına çıkaran cahil riyaziye öğretmenleri utansın!
Sıfırla Nasıl Tanıştım:
Onunla 1928 veya 1929’da Pertev Naili vasıtasıyla tanıştım. O zaman Darülfünün talebesiydim. Pertevin liseden hocası olduğu için ara sıra evine giderdi. Pertev, o zamanki samimiyetimiz dolayısıyla beni ve Orhan Şaiki de Sıfıra götürmüş, tanıştırmıştı. O sırada yegâne ihtilâfımız Fuad Köprülünün Türk edebiyatındaki bilgisi üzerindeydi. Hususî ve hissî bir meseleden dolayı Köprülüye düşman olan Sıfır onu çekiştirir, zımnen cehlini ileri sürer, biz de aksi tezi müdafaa ettiğimiz için arada tartışmalar olurdu.
1930’da Türkiyat Enstitüsüne asistan olduğum zaman ahbaplığımız yine devam etti. Enstitüye gelir, bana ve öteki asistan Abdülkadir İnan’a Türk edebiyatı hakkında bazı şeyler sorup öğrenir ve aramızda her hangi bir sızıltı ve münaferet olmazdı. Bilâkis herkesin nabzına göre şerbet vermesini daha o zamandan beri bildiği ve meclisindekileri eğlendirmekte üstad olduğu için kendisinden hoşlanırdık.
Sıfırın Bana Düşmanlığı:
“Orhun”un 21 Mart 1934 tarihli beşinci sayısında yayınladığım bir yazı üzerine Sıfır bana düşman oldu. “Alaylı Âlimler” başlığını taşıyan bu tenkit yazısı onun “Türk Edebiyatına Toplu Bir Bakış” adlı pek cahilâne ve vahim hatâlarla dolu eserinin mahiyetini ortaya koyan sert bir makaleydi. Sertliğinin sebebi de bu kitabın liselere kabul olunacağı hakkındaki söylentinin günden güne büyümesiydi “Sıfır” o zaman Dil Kurumunda Türkçeyi tahrible uğraşan heyet arasında bulunduğu ve huzurda gazeller okuyarak göze girmiş olduğu için bu kitap hakikaten liselerin resmî ders kitabı olabilirdi. Böyle bir faciayı önlemek için vicdanî bir vazife yaptım ve sert bir yazıyla işi açığa vurarak belki de hakikaten bir kültür trajedisini önlemiş oldum. İşte Sıfır bana bu yüzden düşman olmuş, hattâ o zaman beni mahkemeye vermek istemiş, fakat başvurduğu bir avukat yazıda suç unsuru bulunmadığını söylediği için, bu dâvadan vazgeçmek mecburiyetinde kalmıştı.
Sıfır, hakikaten bir sıfır olduğu için bu kininde ileri gitmiş, kinini benden taşırarak benimle ilgili olanlara kadar teşmil etmiştir. İşte örnekleri:
1- 1938 yılının son ayında, Maarif Vekili Saffet Arıkanın zamanında, benim tekrar resmî bir liseye tâyinim için Besim Atalay Beğ, bana hiç haber vermeden uğraşmış ve işi halletmişti. Hattâ Abdülkadir İnandan tâyinime dair telgraf ve mektup almıştım. Tam bu sırada “Sıfır” Maarif Vekâletine geçti ve benim resmî liseye tâyinimi durdurmak gibi şahane bir icraatla işe başladı. Ben özel lisede zaten öğretmendim. Ayrıca resmî liselerin gülünç hâyuhûyuna karışmakta bir menfaatim yoktu. Maksat sadece bir haksızlığı tamir etmekti. Terhis olunmuş çavuşlardan ilkokul öğretmeni, lise mezunlarından ortaokul öğretmeni yapıldığı bir sırada darülfünunu ve Yüksek Muallim Mektebini bitirmiş birisine bir lise hocalığı vermek pek basit bir hak ve adalet meselesiydi. Sıfır, kinine kapılarak bu tayini durdurdu.
2- Sivas’ta Edebiyat öğretmeni olan kardeşim Nejdet Sançarı, öteki öğretmenlerle birlikte kendisini okul kapısında karşılamadığı için öğretmenlikten çıkarmağa kalktı. Hattâ Nejdet Sançarı okula sokmaması için müdüre emir verdi. Fakat daha ileri gitmeğe kıyışamadığı için bundan caydı. Yalnız, Nejdet Sançarla aralarında sert bir konuşma geçmiş olduğu için artık onun Sivas’ta bulunmasını Bakanlık otoritesi(!) ile bağdaştıramadığından Balıkesir’e naklederek işi kapattı.
3- Tekrar resmî bir liseye tâyinim için, bilgim dahilinde veya dışında, kendisine başvuran eski Adliye Vekili Fethi Okyar, merhum Diyanet İşleri Başkanı Şerafeddin Yaltkaya, Tarih Kurumu ve Millet Meclisi azasından Uzunçarşılıoğlu İsmail Hakkı, Profesör Mükrimin Halil Yinanç, Orhan Şaik Gökyay ve Kâmil Su’yu uydurma bahanelerle atlattı. Baş bahanesi şu idi: “Vaktiyle Orhunun birinci sayısında Tarih Kurumu aleyhine neşrettiği yazıdaki fikrinden caydığım ya şifahen, ya yazıyla bildirsin, tayin edeyim.” Sıfır, Tarih Kurumunun fuzulî avukatlığını yaparken Tarih Kurumunun benim fikrimi kabul ederek ilmî hezeyanlardan vazgeçtiğini, Orhunun birinci sayısındaki yazımda Yusuf Akçuraya hiçbir hakaret ve isnadda bulunmadığımı bilmez görünüyor ve hattâ Yusuf Akçuranın davetiyle müteaddit defalar evine giderek kendisiyle dost olduğumu, Yusuf Akçuranın bana hak verdiğini ve neler, neler anlattığını bilmiyordu. Bundan başka benim “Bir” olduğumu hesaba katmıyor, kendisine başvuracağımı sanarak tatlı bir hülya içinde avunuyordu.
4- Ankara’daki 3 Mayıs 1944 nümayişi dolayısıyla zevcem Bedriye Atsız da İstanbul’da 16 Mayısta tevkif edildi. Halbuki “Sıfır” onu, tevkifinden üç gün önce, 13 Mayıs günü bakanlık emrine alarak kindarlığını bir kere daha gösterdi.
5- Zevcem ve zevcemle birlikte Zonguldak Lisesi tarih öğretmeni Ziya Özkaynak, kendilerine hiçbir suç uydurulup yakıştırılmadığı için men-i muhakeme kararı aldılar ve 26 Temmuz 1944’te tahliye edildiler. Ziya Özkaynak derhal eski vazifesine tayin edildi. Fakat Bedriye Atsız tayin edilmedi. Dilekçelerine “Sıfır” 24 puntoluk bir imza ile “tayininize imkân yoktur” diye cevap verdi. Çünkü kini sönmemişti.
Sıfırın Fırsattan Faydalanması:
Millî Eğitimi solcularla dolduran, klâsikler neşriyatında bir tek Türk klâsiği neşretmemek suretiyle millî edebiyata olan bakışını belli eden ve şimdiki Bakan Reşat Şemseddin tarafından liselerden kaldırılan ve okutulması yasak edilen Türkçe Metinler kitabı gibi bir hâileyi liselere kabul etmekle tarihte ebedî bir ad bırakacak olan “Sıfır”, Türkçülüğü baltalamak için fırsat gözlüyordu.
Daha 1943 yılında, tesiri büyümeğe başlayan Türkçü yayına karşı alınacak tedbirleri görüşmek üzere kurulan komiteye Sıfır başkan seçildi. Hükümet, Türkçü yayını aşırı ve tehlikeli buluyorsa, Türkçülerin bir ihtilâl çıkaracaklarını sanıyorsa buna karşı tedbir almakta haklıydı. Fakat bir idare ve emniyet işi olan böyle bir meseleye Millî Eğitim Bakanının hangi hak ve salâhiyetle karıştığı izah olunamazdı. Kendisini oraya daha yüksek makamlar tâyin etmiş olsa bile “Sıfır” bu vazifeyi kabul etmekle selâhiyetini aşmış, vazifesini kötüye kullanmıştır. Belli ki Türkçülerle uğraşmak için fırsat kollayan Sıfır bu vazifeye bizzat tâlib olmuş, gazelhânlık ve mevlûthânlık dolayısıyla gözde olduğu için de bu isteği kabul olunmuştur.
Böyle bir komite seçilip başkanlığına Sıfırın getirildiği hakkındaki rapor, eski İçişleri Bakanı Hilmi Uran imzasıyla Sıkı Yönetim Komutanlığına gönderilip Irkçılar-Turancılar dosyasının başına konmuştur. Bu raporda menfî faaliyet (!) gösteren 47 şahıs olarak kalem sahibi bütün Türkçüler sıralanmış, aralarına birkaç da, Türkçülükle hiçbir ilgisi olmıyan şahıs sokulmuştur[1].
Sıfır, o zamanki Başbakan Saraçoğlu Şükrüye yazdığım ikinci açık mektupla fena halde sarsıldı. Parti grubunda da sert hücumlara uğradı. Hattâ o gece sabaha kadar düşünüp sigara içmekten zehirlendi. Çünkü bir yandan “ah ebedî şef, millî şef” diye dalkavukluk etmek, bir yandan da bu iki şefi nazmen hicvettiği için mahkûm edilen Sabahattin Ali’yi himaye etmek hiçbir suretle tevil olunur şey değildi. Bu darbeyle sersemleyen Sıfır ilk iş olarak Sabahattin Aliyi benim aleyhimde dâva açmağa kışkırttı. Arkasından da Boğaziçi Lisesindeki öğretmenliğime son verilmesi için bu lisenin müdürüne bir kâğıt yazdı. Sabahattin Ali, dâvayı Sıfırın ve Falih Rıfkı’nın kışkırtmasıyla açtığı gerek savcılığa, gerekse Orhan Şaike söylemiştir.
Sabahattinle olan duruşma sırasında, 3 Mayıs 1944 günü yapılan Ankara nümayişi, ona beklediği fırsatı verdi. Hem Türkçülüğün, hem de şahsımın düşmanıydı. Bir taşla iki kuş vuracaktı. Üstelik, nümayiş, hâdisesini istedikleri kalıba sokup anlatmak için iki de müttefik bulmuştu: Falih Rıfkı ve Ankara valisi Nevzat. Birincisi şahsen bana, ikincisi de Orhan Şaike düşman olduğu için birleştiler ve Türkçülere karşı bir Haçlı seferi tertip ettiler. Öteki müttefikleri Sabit Noyon, Kâzım Alöç, Ahmet Demir, Cevdet Erkut, Yusuf Ziya Yazgan, Şinasi Turga (veya Tolga), Sait Köçek (veya Koçak) vesaire idi.
3 Mayıs 1944 nümayişini Devlet Reisine bir Nazi ihtilâli şeklinde anlatanların başında “Sıfır” vardır. Çünkü Çankaya köşkünün davetsiz misafiri olduğu gibi polis tahkikatı yapıldığı sırada Ankara Valiliğine ve Emniyet Müdürlüğüne gelerek tahkikatla ilgilenen, hattâ bazı sanıklara sorgu bile soran yine odur. Usul ve kanuna göre polis tahkikatı gizli yapılır. Ona kimse karışamaz. Böyle olduğu halde Sıfır bu işlere karıştı. Ve merhum reisicumhur başyaveri Celâlin bizzat Orhan Şaike söylediği gibi cumhur reisini iğfal etti. Falih Rıfkı ve Ankara valisi Nevzat da tabiî, kendisini desteklediler. İşte bu şartlar dahilinde 1944 nutkunu verdi ve 3 Mayıs nümayişini âdeta devlet rejimini değiştirmeğe matuf bir hareket olarak vasıflandırdı. Daha sonra neler olduğu malûmdur.
Sıfırın İtirafları:
Sıfır, “Dâvam” adlı kitapta masum rolü oynarken suçlarından bir kısmını itiraf ettiğinin farkına varmamıştır. Irkçılık-Turancılık dâvasının dosyasında bulunup ancak sanıkların ve avukatlarının görebileceği bazı vesikaları aynen neşretmek, zevcemin 9 Mayıs 1944 günü İstanbul’dan bana yazdığı bir mektuptan (ki bu mektup bana varmamıştır) parçalar almak suretiyle bu dosyayı didiklemiş olduğunu itiraf etmiş bulunuyor. Görmek hakkı olmıyan bir dosyayı kim bilir ne gibi nüfuzlar kullanarak görmek, Sıfırın hakkımızdaki kötü niyetlerinden başka bir sebeple izah olunamaz. Bilhassa şuna dikkati çekmek isterim: Zevcemin bana yazdığı birçok mektuplar bir Numaralı Sıkı Yönetim Mahkemesinin duruşmalarında suç delili (!) diye okunduğu halde, Sıfırın kitabının 20. sayfasında yayınlanan 9 Mayıs 1944 tarihlisi okunmamıştı. Demek ki Bir Numaralı Mahkemenin dosyasına girmemişti. Nasıl oluyor da mahkeme dosyasına bile girmiyen bir hususî mektup Sıfırın eline geçiyor? Belli ki Irkçılar-Turancılar dâvasının ilk tahkikatını ve savcılığını yapan Kâzım Alöç bunu dostu Sıfıra vermiştir. Her ikisi de bir gün bunun hesabını vereceklerdir. Ayrıca bu mektubun tamamile hususî mahiyette olan bölümünü neşrettiği için de Sıfır bana ayrı ve hususî bir hesap verecektir. Beklesin!
Diğer mühim bir itiraf da “Dâvam” adlı kitabın 15. sayfasındaki şu satırlardır: “Nihâl Atsız ve diğerleri hakkında zabıtaca yapılan takibat ve tahkikattan, teşkilâtımız mensubu bulunması sebebiyle, haberdar oluyordum. Bu maksatla da Ankara Vilâyeti binasında vali Nevzat Tandoğana, vaki daveti üzerine iki defa gittim. Bunun birinde yolda rastladığım Falih Rıfkı Atayla beraberdim. Valiler, aynı zamanda bakanların da mümessilleri olduğu için teşkilâtımızdaki memurları ilgilendiren böyle bir meselede onunla temas etmek pek tabiî idi. Söylenildiği gibi kendisini sık sık ziyaret etmiş değilim.”
İşte kurulan kumpasın zavallıca bir itirafı: Türkçülüğe karşı harekete geçen Haçlıların üç ele başısı bir arada, Ankara valiliğinde toplanmışlar. Sıfır bunun bir iki defa olduğunu söylüyor. Biz de fazla bir iddiada bulunmadık. Ankara nümayişinin devlet reisine fecî bir şekilde anlatılmasını kararlaştırmak için bir toplantı her halde kâfidir. Sıfırın itiraf etmediği cihet bundan sonradır. Devlet Reisine neler söylediğini anlatmıyor. Kâzım Alöçle birlikte yemek yediğini de hatırlamıyor. Halbuki bunu da oldukça geveze olan Kâzım Alöç bizlerden birisine söylemiş, daha doğrusu ağzından kaçırıvermiştir.
Sıfır, Devlet Başkanına neler söylediğini gizli kalacak sanıyorsa, bunda da aldanıyor. Unuttuysa ben kendisine hatırlatayım: O, bilhassa, biz Türkçülerin doğu vilâyetleri halkını Kürt saydığımızı ısrarla söyliyerek devlet reisini aleyhimize kışkırtmağa çalışmıştır. Aile ocağı bakımından Siirtli olan devlet başkanı, Sıfırın aklımızdan bile geçmiyen yalanlarına inandığı için bu sözlerden haklı olarak yüksünmüş, Sıfırın iddiasına göre kendisini de Kürt saymaları icap eden Türkçüler aleyhinde, beşerî hislerine kapılarak 19 Mayıs nutkunu vermiştir.
Sıfırın yukarıya aldığım ibaresi başka bir bakımdan da meraklıdır: Kendisi bakan olduğu halde nasıl oluyor da kendi mümessili ve astı bulunan bir vali onu vilâyete çağırabiliyor?
Sıfırın Yalanları:
Masum bir kuzu tavrıyla hâkimin karşısına çıkan ve sözlerini ağlıyarak bitiren, göz yaşlarının hakkını istiyen Sıfır, derhal yüzüne vurulabilecek yalanları söylemekten çekinmemiştir. Bunların en dikkate değer olanı, benim öğretmenlikten çıkarılmamın tarihi hakkındaki sözleridir. Kitabının 15. sayfasında bakınız, ne diyor: “İşsiz ve yaşama medarından mahrum kalması düşüncesiyle ve ıslah-ı hal etmiş bulunması ihtimalini derpiş ederek 106 lira aylık ücretle Boğaziçi Özel Lisesine tâyinine müsaade ettim. Bu vazifesi kesiksiz devam etmiş, ancak 3 Mayıs 1944 günü Ankarada yapılan nümayiş neticesinde vaki takibattan sonra ödevine bakanlıkça nihayet verilmiştir.”
Bu ibarede iç içe üç yalan var:
1- Ben ne yaşama medarından mahrumdum, ne ıslah-ı hal etmiştim. Islah-ı hal etmiş olmak için bir suç işlemiş olmak lâzımdır. Vaktiyle resmî lise öğretmenliğinden “millî tarih tezi” denilen “millî yüz karası”nı kabul etmediğim için çıkarılmıştım. Bugün benim fikirlerimin doğruluğu kabul olunmuş, lise tarih kitaplarından eski hezeyanlar tamamile silinmiştir. Ortada ıslah-ı hal eden birisi varsa, o da vaktiyle o teze taraftar olduğu halde kendi bakanlığı zamanında benim fikirlerime uygun tarih kitapları yazdırarak okullara tamim eden Sıfırın kendisidir.
2- Ben özel lise öğretmenliğine Sıfırın bakanlığı zamanında başlamış değilim, 1936’da Yuca Ülkü Lisesine öğretmen olduğum zaman Maarif Vekâletinde Saffet Arıkan bulunuyordu. Sıfırın tasdik ettiği şey, benim Yuca Ülkü Lisesinden, Boğaziçi Lisesine geçişimdi. Bunu yapmağa da mecburdu. Çünkü Maarif Vekâleti kendisine Boşnak Ali Efendiden irsen intikal etmiş bir çiftlik değildi.
3- Boğaziçi Lisesinden çıkarılışım Sıfırın yazdığı gibi 3 Mayıs 1944’te, o zamanki Başbakan Saraçoğlu Şükrü’ye ikinci açık mektubu yazıp Maarif Vekâletini komünistlerin bürüdüğünü gösterdikten ve Sıfırı istifaya davet ettikten biraz sonradır. Boğaziçi Lisesinin o zamanki müdürü Hıfzı Gönensay, vazifeme son verilmesi hakkında Sıfırın yazdığı tebliği bana 7 Nisan 1944’te bildirdiğine göre bu kâğıt her halde 5 Nisanda yazılmış olmalıdır. Demek ki Sıfır, ikinci açık mektubu okur okumaz (Orhun, Ankara’ya ayın ikisinde veya üçünde varabilirdi) vazifeme nihayet vermiş, sonrada Ankara’da, hâkim huzurunda “3 Mayıstan sonra işten çıkardım” diye bir yalan söylemekten çekinmemiştir. Boğaziçi Lisesine tâyinimin 106 lira ücret gibi muazzam bir servetle olduğu hakkında benim çoktan unuttuğum tafsilâtı bile hatırlıyan veya millî eğitim dosyalarından inceliyen Sıfırın, öğretmenlikten çıkarılışımın tarihini de kesin olarak öğrenmesi mümkündü. Bunu yapmamakla ve yalan söylemekle güya bana karşı kin gütmediğini ispat etmek sevdasındadır. Zavallı Türk öğretmenleri ve öğrencileri! Sekiz yıl nasıl bir sıfır tarafından idare olunduklarını görsünler!..
Sıfırın fecî bir yalanı da, kitabının 21. sayfasında, “Orhun dergisinin arka kapağındaki bir yazıya göre Ankaradaki tevzi yerinin Konservatuvar olduğunun anlaşılmış bulunması hakkındaki sözleridir. Halbuki Orhunun arka kapağının iç sayfasındaki ilân şudur:
Orhunda yayınlanmak için dışardan gönderilecek her türlü yazıların aşağıdaki adrese gönderilmesi rica olunur:
Orhan Şaik Gökyay,
Konservatuvar Müdürü
ANKARA
Bu ilândan, Orhunun tevzi yerinin konservatuvar olduğu mânâsını çıkaran adamın millî eğitim bakanı olduğu düşünmek, zavallı Türkiyenin talihi üzerinde hepimizi derin derin kederlere sevk etmelidir.
Sıfırın Tezvirleri:
Sıfır, bu kitabında beni asker ve sivil Türk gençlerinin ve münevverlerinin gözünden düşürmek için pek sinsice bir tabiye kullanmıştır. Irkçılık-Turancılık dâvasının dosyasında bulunan ve bana ait olan eski, yeni yazılardan parçalar alarak bugünkü durumu tenkit eden ve bazı şahıslara hücum eden fikirlerimi göstermiş hattâ bu arada zevcemin bir mektubundan da, pek zavallıca bir maksatla, bir parça almıştır. Çünkü 3 Mayıstan sonra polis birbirimize yazdığımız mektupları iç etmek dirayetini göstermiş, zevcem de bu mektubu yazdıktan sonra Sıfırların ve tahtessıfırların sayesinde bir vukuat seli içinde kaldığından bu mektubu unutmuş ve bana bahsetmemişti. Sıfırın bu mektuptaki son parçayı yayınlamasına hiç de lüzum yoktu. Eski bir Türkçe ve edebiyat öğretmeni olarak bu mektubun ifadesini 8-9 numara alacak bir olgunlukta buldum. Sayın Bayan Yücelin de kültür seviyesini anlamak ve Türkçedeki iktidarını ölçüp kendisine bir numara vermek için onun da böyle bir hususî mektubunu görmeme lüzum varsa da şimdilik bu imkândan mahrumum.
Sıfır benim rejim meselesi, milliyet ve ırk meselesi, dış siyaset meselesi ve ordu hakkındaki fikirlerimi gösteren bazı parçalar neşrederek beni gözden düşürmeğe çalışırken lehimde propaganda yaptığı için de kendisine teşekkür ederim.
Türkiye’de hiçbir şeyi beğenmediğimi göstermek istiyor, değil mi? Nesini beğeneyim? Sıfırın maarif bakanı olduğu bir memlekette beğenilecek ne kalır ki? “A” dan “Z” ye kadar devletin her işinin bozuk olduğunu söyliyen Refik Saydam onun parti arkadaşı değil mi? Refik Saydama yazdığım mektuptaki fikirlerimin doğruluğu bugün tahakkuk etmedi mi?[2]
Oğluma yazmış olduğum vasiyetnamede bütün milletleri bize düşman göstermemi Sıfır hazmedemiyor. Zaten aramızdaki fark da buradadır. Moskofları gücendirmemek uğruna Türkçülere karşı takınılan yüz kızartıcı durumun hiçbir işe yaramadığını, Moskofların edepsizlikte ileri gitmelerinden başka bir sonuç vermediğini hep birlikte gördük. Onun için ben yabancılarla dostluktan bahsedenlere, hele bunda samimî olanlara sadece acır, geçerim.
Kitabının 18. sayfasında “ordumuz hakkındaki fikirleri” diye bana izafe edilen fikirlerde benim ordu hakkındaki düşüncelerimi gösteren bir şey yoktur. Burada yalnız Turancılığın orduya sokulması lüzumundan bahsetmişim. Moskoflarla çarpışmak üzere yetiştirilen bir orduda Turancılık fikri olmazsa o ordu zaten beş para etmez. Asker demek, meselelerin, dâvaların kuvvetle ve kanla hallolunacağına inanmış insan demektir. Böyle bir inancı olmıyan asker, üniformalı bir başı bozuktan başka bir şey değildir. Kuvvetle çözülecek mesele ne kadar büyük, millî ve âdilâne olursa onu çözeceklerin kuvveti de o kadar büyük olur. Türk ordusuna Turancılık fikri verilmiyecek de altı ok uğruna ölmeleri mi telkin edilecek? Yoksa Moskof kardeşliği duygusu mu aşılanacak? Ben babası ve dedesi asker olan ve askerlik hakkında fikri bulunan birisi sıfatıyla askerlik üzerindeki düşüncelerimi herkesle tartışmağa hazırım. Ben Turancılık ülküsüyle tutuşmuş, çelik gibi disiplinli ve imanlı bir ordu istiyorum. Soyu sopu belli, su katılmamış subaylar istiyorum. Emirberliğin kaldırılmasını, başkalarından kopya edilen üniforma yerine millî üniforma giyilmesini istiyorum. Gelen veya giden askerlerin kırk kişilik vagonlarda sevk olunmamasını, inzibat erlerinin erbaşlara kafa tutmamasını, terfilerin yıl doldurmakla değil, ehliyetle olmasını istiyorum. Generallerden hoşlanmıyorum; paşalar istiyorum. Subaylardan ve erlerden çok ağır hizmetler beklenmesini, fakat eğlence hakkının da tanınmasını istiyorum. Alaylara tarihteki ünlü Türk askerlerinin adı verilmesini, başlarına çok genç ve enerjik kumandanlar geçmesini, bütün askerî bilgilerin 3 yılda değil, 3 ayda verilmesini (çünkü kabildir) istiyorum. Kışlaya gelen erin oradan ayrılırken ağlıyacak kadar kışlayı sevmesini ve bağlanmasını istiyorum. Profesyonel tümenler ve profesyonel donanma istiyorum. Kabiliyet gösteren erbaşların subay olmasını, bütün erkek liselerinde her gün bir saat askerî talim (ders değil) yapılmasını, tatil devresinin askerî (ve ciddî) kamplarda geçmesini istiyorum. Böyle bir orduya inandığım için de (inşallah hayal kırıklığına uğramam) oğullarımı daha şimdiden asker olarak yetiştiriyorum.
Ben “Sıfır” değilim. “Bir”im. Bundan dolayı bütün yazılarımın, fikirlerimin ve yaptıklarımın sorumluluğunu üzerime almaktan bir an bile çekinmem. Fikir ve kanaatlerimde samimiyim. Olayların pundunu bularak yaşamadım. Esen rüzgâra göre dönmedim. Nâmert köprüsünden geçmemek için selde boğulmayı tercih ettim. Onun için, bana ait vesikaları (!) neşretmekle Sıfır yanlış kapı çalmıştır.
Sıfırın diğer tezviri de 1944 Mayısında, Ankara’daki dâva görülürken, fahrî olarak avukatlığımı alan Hâmit Şevket İncenin sonra bundan dönmesini aleyhime bir delil olarak kullanmasıdır[3]. O, Rasih Yeğengil ve Ferruh Ağan ile birlikte müdafiliğimi deruhte etmiş, sonra diğer iki genç avukat daha, yine fahrî olarak bu müdafiliği üzerlerine almak istedikleri zaman “ben varken başka avukatlara ne lüzum var” diyerek o iki genç avukatın da vekilim olmasına engel olmuştu. Hâmit Şevketin vekilliğimi bırakması sırf korkusu yüzündendir. O zamanki dostu Falih Rıfkı ona, beni müdafaa etmekteki tehlikeleri anlatmış, o da benim Atatürk düşmanı olduğumu ileri sürerek avukatlığımı bırakmış, fakat bunu gazetelerle ilân etmek gibi avukatlık ahlâkına ve teamülüne zıt bir harekette bulunduğundan dolayı Ankara Barosu tarafından cezalandırılmıştır.
Fakat zaman öcünü aldı: Demokrat Parti çıktığı sıralarda Falih Rıfkıyla Hâmit Şevket kapıştılar. Neticede Hâmit Şevket, Falih Rıfkı yüzünden Halk Partisinden istifa etti. Her ne olursa olsun, Hâmit Şevketin benim vekâletimi bırakması neyi ifade eder? O, Atatürk’e hayransa, ben de değilsem, bu, beni yarı yolda bırakmayı mazur gösterir mi?
Fikir ve vicdan hürriyetinin mümessili olması gereken bir avukat, fikir hürriyetine bu kadar düşmansa beni müdafaa etmemiş olması benim için büyük bir nimettir. Hakikatte, onun hareketindeki tek âmil “korku” dur.
Sıfırın başka bir tezviri de “Halk Partisini temizlemeğe kalktığım” hakkındaki sözüdür (s. 20). Dünyada bir sabun buhranı yaratmadan Halk Partisini temizlemenin mümkün olmadığını biliyorum. Bununla beraber mukadderatın bu partiyi temizliyeceğine imanım var. Halk Partisi ya içindeki sıfırları atarak muayyen değerde bir rakkam olacak, yahut hakikaten temizlenecektir. Bunu yakında göreceğiz.
Parti aleyhinde söz söylemenin günah sayıldığı devirlerde olsaydık, Sıfır, bu yazıyla aleyhime mitingler yaptırabilirdi. Şimdi millet böyle şeyleri kanıksadı.
Ben Halk Partisini temizlemeğe kalktığım zaman Türkiyede müthiş bir diktatörlük vardı. Vicdanlar âdeta boğulmuş gibiydi. Şakşakçılık ve dalkavukluk alıp yürümüştü. Türkiye, Mısır Kölemenleri devletine benzemişti. Bugün manzara değişti. Zulme, istibdada, komünist istilâsına karşı ilk savaş bayrağını açanlardan biri isem bununla ancak övünürüm. Fikir uğrunda, hakikati söylediğim için bir buçuk yıl hapiste kaldımsa, güneş görmiyen hücrelerde ve toprak altındaki mezarlık gibi bölmeciklerde yıprandımsa oğullarıma bir şeref mirası bırakmışım demektir. Bu şeref sıfır olmaktan duyulan şerefe benzemez.
* * *
3 Mayıs nümayişi Türkçülüğün komünizme karşı ilk fiilî hareketiydi. Bunu Ankara’da zorla susturmak istiyen Halk Partisi Hükümeti iki yıl sonra emir vererek İstanbul’da aynı hareketi tekrar ettirmek suretiyle fikren mağlûbiyetini kabul etmiş bulunuyordu. Bu mağlûbiyetten sonradır ki biz İki Numaralı Sıkıyönetim Mahkemesinde beraat ettik. Sıkı Yönetim Komutanlığı bunu temyiz etmekle hiçbir şey çıkmaz. Çünkü bizi tahliye eden ve hakkımızda verilen bütün cezaları kökünden bozan, Askerî Yargıtayın umumî heyetidir. Bu dâva artık olup bitmiştir. Fakat Sıfırın dâvası daha görülmemiştir. O, kendisini müdafaa etmek isterken hâlâ bize “tahrikçi grup” (s. 13), “Nazi dostu ve mihverci” (s. 18), “iğvâcı” (s. 19) ve “faşist” (s. 21) demekle hakikatleri tahrifte devam etmiştir. Bana faşist, Nazi dostu ve mihverci diyen “Sıfır” kendi kitabının 17. sayfasında Almanları da millî düşman saydığımı gösteren bir vesikayı yayınlıyor. Onun vesika dediği şey Almanların Yunanistanı zaptettiği sırada büyük oğluma yazdığım vasiyetnamenin bir parçasıdır. O zaman Almanların Türkiyeye saldırmasına gün meselesi diye bakılıyordu; ordu, köprüleri atarak Çatalcaya çekilmiş, okullar Nisan ayında tatil yapmıştı. Sıfırın iftirası gibi Nazi dostu ve mihverci olsaydım öyle bir vasiyetname yazmazdım. Bundan başka 1939’da yazılan bazı manzumelerimle de ben naziliğe ve faşistliğe karşı olan bakışımı belli etmişimdir. Moskoflarla çarpışıp onların belkemiğini kırdıkları için Almanlara karşı -her Türk gibi- duyduğum sempatiye nazilik diyen Sıfıra, benim de Moskofçu dememekliğim için kendisinin Ruslar aleyhinde bir yazısını görmem icap eder.. Yoksa kendi itirafı veçhile 15 milletten 496 klâsik yayınlıyarak bunun 63 tanesini Rus klâsiklerinden (!) yaptırmak ve bir tek, evet bir tek, Türk klâsiği neşretmemek kendisi için iyi bir not değildir. Meğer şu Ruslar ne de kültürlü milletmiş. Avrupa kültürünün babası olan Yunan klâsiklerinden 62 tane neşrolunuyor da yarı barbar ve aşağılık Moskofun klâsiklerinden (!) 63 tanesi Türk milletine sunuluyor. Her milletten kaç tane klâsik neşrolunduğunu gösteren şu listeye bir bakın:
171 Fransız
63 Rus
62 Yunan
56 İngiliz
53 Alman
19 Şark-İslâm
18 Latin
13 Macar
12 İtalyan
10 Amerikan
6 İskandinav
4 Çin
1 Hind
1 Babil
Babilden Amerikanına kadar hepsi var. Fakat Türk klâsiği yok. Yalnız bir Türkçe klâsik var: Kabusnâme. O da aslı Farsça olup vaktiyle Türkçeye çevrilmiş olduğu için Türk klâsiği değil, Türkçe klâsiktir. Yalnız bu liste bile Sıfırın Moskof hayranlığını göstermeğe kâfidir.
Sıfır, Kenan Önerle olan dâvasında hasmı tarafından gösterilen tanıkların hakikatte bir kişiden ibaret bulunduğunu, onun da Atsız olduğunu söylüyor. Bu saçma iddia Türkçülerin muhakkak tahrikle iş yaptıklarını iddiadan ve Türkçülere hakaretten başka bir şey değildir. 18 kişinin kanaati birse ve Sıfırın aleyhinde ise bundan çıkan mâna Sıfırın büyük bir nefret kazanmış olduğudur; Moskof dostluğu yapmasıdır. Sıfır, sıfırlığına bakmadan Maarif Vekâletinde asıp kesecek, solcuları dolduracak, Türkçe diye milliyet fikrini yıkıcı bir kitabı liselere sokacak, Türkçü öğretmenleri ve yakınlarını sebepsiz yere vekâlet emrine alacak, sonra milliyetçiler kendi aleyhinde tanıklık ettikleri zaman bu iş bir kişinin eseri olacak. Böyle gülünç iddialarla ne hâkim, ne de Türk milleti aldatılamaz. O, kendisine karşı olan umumî nefretin sebepleri üzerinde biraz düşünmeli, akşam karanlığında evine dönerken üniversitelilerin kendisine niçin sövdüğünü araştırmalıdır. Ona düşen şey küfür işitince kadın gibi ağlamak değil, erkek gibi dövüşmek olmalıydı. Acaba o akşam kendisine söven üniversitelileri de ben mi tahrik etmiştim. Yedek Subay Okulunu ziyaret ettiği zaman kendisine savrulan küfürleri işitmemiş miydi?
Sıfır, hâkimden göz yaşlarının hakkını istiyormuş. Daha kendisine esaslı bir hesap sorulmadan bu ne telâş böyle? Ben ve zevcem Sıfırların ve tahtessıfırların tahrikâtı, garezleri, kinleri yüzünden tevkif edildiğimiz sırada, o zaman dört buçuk yaşında olan ve ara sıra eve gelip çamaşır yıkıyan bir kadının elinde kalmış bulunan oğlum, her gece yatarken: “Benim annemle babam vardı, nerdeler?” diye ağlıyor ve anasız, babasız kalan bu küçük çocuğun ne olduğunu anlamak için gelen iyi yürekli dostlar da evin etrafındaki köpekler tarafından ürkütülüp uzaklaştırılıyordu. Bu masum yavrunun samimî göz yaşlarıyla Sıfırın âcizliğinden ve korkudan doğmuş göz yaşları arasında ne büyük fark var!… Ben henüz küçücük oğlumun haksız yere akıtılmış göz yaşlarının hesabını sormadım. Bunu sorduğum zaman yaman soracağım ve daima iddia ettiğim gibi yine söyliyeceğim ki tekke mezarlıklarında büyüyen Sıfırlar, Türk milletinin mukadderatında söz sahibi oldukları müddetçe bu millete kalkınma ümidi yoktur.
Kür Şad, Temmuz 1947, Sayı: 4-5
[1] Rapordaki 47 Irkçı ve Turancı şunlardır. Cafer Seyidahmet Kırımer, Muharrem Feyzi Togay, Ali Genceli, Zeki Velidi Togan, Kadircan Kaflı, Azerî M. Altunbay, Abdülkadir İnan, Sanan Azer, Akdes Nimet Kurat, Nebil Buharalı, Samet Ağaoğlu, Caferoğlu Ahmet, Reha Oğuz Türkkan, Hüseyin Namık Orkun, Remzi Oğuz Arık, Mehmed Halid Bayrı, Bedriye Atsız, Ziyaeddin Fahri Fındıkoğlu, Hüseyin Hüsnü Emir Erkilet, Müftüoğlu Mustafa Tatlısu, Sofuoğlu Zeki Özgür, Tevetoğlu Gülcan, Uluğ Turanlıoğlu, Ali Haydar Yeşilyurt, İzzettin Şadan, Nihâl Atsız, Tahir Akın Karauğuz, Mustafa Hakkı Akansel, Hakkı Yılanlıoğlu, Tesbihçioğlu, Tevetoğlu Ali Dursun Tibet, M. Şakir Ülkütaşır, Yusuf Kadıgil, Mükrimin Halil Yinanç, Sepicoğlu, Nurullah Barıman, Hamza Sadi Özbek, Orhan Şaik Gökyay, Hüseyin Avni Göktürk, Nejdet Sançar, Cemal Oğuz Öcal, Nihad Sami Banarlı, Peyami Safa, Tevetoğlu Dr. Fethi, Elmas Yıldırım, Osman Turan, İsmet Rasin.
[2] Refik Saydama yazdığım uzun bir mektupta bir nevi anayasa teklif etmiş ve reisicumhurluk ihtirasının önüne geçmek için bu makamın ancak beş namzedi bulunması gerektiğini ileri sürmüştüm. Bu fikrin tahrife uğrayarak, güya Refik Saydama “Memleketi biz beş kişi idare edelim” dediğim şekline inkılâp etmiş. Ahmaklara söz anlatmanın ne güç olduğuna bu tahrif iyi bir örnektir.
[3] Bu meseleye ait, yazarın dokunmadığı bir noktaya da biz işaret edeceğiz: Sıfır, Hâmit Şevket incenin bu tornistanını “yüksek bir duygu” olarak vasıflandırmış (s. 19). Dönmenin onun indinde yüksek bir duygu eseri olduğuna şüphemiz yok. Yalnız, Sıfır, o mahkemede Atsızın karşısında bulunan Sabahattin Ali’yi sevindiren bir hareketin şakşakçısı olduğunu ve böylece bir kaşarlanmış komünistle olan duygu birliğini itiraf ettiğinin farkında değil. Doğrusu bunu onun kurnazlığına yakıştıramadık!