Mâzîyi İnkâr Edenler
Fertler için olsun, milletler için olsun “mazi” dayanılacak en büyük kuvvettir ve maziyi ancak mazisi lekeli ve karanlık olanlar inkâr ederken son inkılâbın zayıf iradeler ve zayıf seciyeler üzerinde yaptığı sarsıntı ile “maziye sövmek” moda haline gelmiş. Ve maziye sövmek daha müfrit bir şekle girerek milliyet düşmanlığı halini de almıştı. Aramızda öyle piçlere rasgeliyorduk ki yalnız maziye sövmekle, milliyeti inkâr etmekle kalmıyorlar, bu fikirlerini matbuatla yayarak sarsılmaya meyyal olanları da sarsıyorlardı.
Bu cereyan bazen o kadar genişliyor, o kadar korkunç bir şekil alıyordu ki insanın Türk Milliyetinin istikbalinden bile meyus olacağı geliyordu. İnsanın “Türk olduğuma pişmanım” diyen bir muallim namzedini gördüğü veya işittiği zaman meyus olmaması için pek geniş yürekli daha doğrusu pek kayıtsız olması lâzımdır.
Maziyi inkâr edenler “istikbal, istikbal” diye haykırıyorlardı. Maziye dayanmıyan bir istikbal olamıyacağını düşünmüyorlardı. Onlara göre maziyi sevmek irticaydı. Asrî olmak için maziyi atmak ve yalnız ilerisini düşünmek lâzımdı. Halbuki bu fikri ileri sürenler hep imanları ve iradeleri zayıf biçare insanlardı.
Biz şimdiye kadar mekteplerimizde çocuklara mazimizi ve dolayısıyla milliyetimizi sevdirecek hiçbir şey yapmadık. Daha düne kadar liselerimizde okutulan tarih kitaplarında Roma, Yunan, Mısır, vesaire tarihlerine hasredilen sayfa adetliyle Türk tarihine hasredilen sayfa adedini mukayese edince insanın hiddetten çıldıracağı gelirdi. Tarihî hayatları ve doldurdukları coğrafî saha Türklere göre pek kısa ve küçük olan Alman milletinin tarihi için Viyana Darülfünununda on bir kürsü varken koca Türk tarihi için bizim darülfünunumuzda yalnız iki kürsü vardır. Garba gitmek, garba tapmak diye bağıran, garbın her şeyini taklit eden efendiler, garbın giyinme usullerini, şampanyasını almadan önce bu gibi milliyetçiliği kuvvetlendirecek âdetleri memleketimize soksaydılar daha insanca bir iş görmüş olurlardı. Fakat biz, bize zarara olan cihetlerde Avrupayı bir maymun mukallitliği ile taklit ederken, bize faydalı olacak taraflarında onun zıddına gittik. Memleketin en yüksek ilim şahsiyetlerini toplaması icap eden ve yalnız millî irfanın değil, millî mefkurenin de kaynağı olması lâzım gelen darülfünuna gelince: bu millî vazifesini ne dereceye kadar yaptı? Bir iki yıl önce “darülfünun vazifesini yapıyor mu?” diye açılan bir ankete hukuk müderrisleri: “mükemmelen yapıyor” diye cevap vermişlerdi. Onlara göre arada sırada inkılâp nutukları vermek, bu nutukları verirken maziyi inkâr ederek Türk tarihini cumhuriyetten başlatmak, zaman zaman yaşasın cumhuriyet diye kadeh kaldırmak ve yabancı bir millete mensup profesörlerle talebeler geldiği zaman onlarla Türk milleti arasında mevcut tarihî dostluktan bahsederek öpüşmekle darülfünunun ilmî-millî-içtimaî vazifesi tamam oluyordu.
Bu müderrisler ne düne, ne de bu güne karşı olan vazifelerinden hiçbirisini yapmadılar. Memleket gençliğine öğretilmesi icab eden bir inkılâp ideolojisi, bir eski Türk hukuku vardır. Roma hukukunu, Yunan teşkilâtını su gibi bilen, bülbül gibi okuyan müderrisler bunu tedvin etmeyi akıllarına getirdiler mi? Şu veya bu dersin tarihini okutan profesörler Fransız hukukuna göre yazılmış olan ve Türkiye’yi solda sıfır bırakan eserleri papağan gibi tekrardan başka ne yaptılar? İçtimaiyat derslerinde Avustralya’nın vahşî kabilelerinin isimleri yanında “Türk” adı kaç kere geçti? Halbuki bu müderrisler inkılâba olan sadakatlerini şekil itibariyle göstermekten bir an bile geri kalmadılar. Edebiyat fakültesi talebesine şahadetname verirken cumhuriyete sadık kalacaklarına yemin ettiren, hatta bu yemini yabancı tebaalardan olan talebeye de teşmil etmek gibi gülünç bir harekette bulunan müderris beylerin hepsi dünün adamlarıydılar. Onlar dün de “padişahım çok yaşa” diye bağırmışlardı. Ve bu gün istipdat zihniyetini, istipdat karakterini aynen cumhuriyete tatbik ediyorlardı.
Bu işlere karşı bir aksülâmelin olması tabiiydi. Olacaktı da. Ankara’da kurulan tarih cemiyeti bu aksülâmelin ifadesi, tarih kongresi darülfünunun foyasını meydana çıkaran bir meydan harbi oldu.
* * *
Biz garp medeniyetini kabul ettikten sonra baş döndürücü bir Süratle ve kendimizi unutacak kadar garplılaştık. Fakat bir de Türkleşmek lâzımdı. Biz öyle bir millet olmalıydık ki mazideki ananelerimizle bu günün icaplarını telif edebilelim. Bunun için maziye hürmet etmek, hürmet etmek için de maziyi bilmek lâzımdı. Halbuki münevverlerimiz maziye bol bol sövmekten başka ne yapıyorlardı? İmparatorluk devrimiz olan Osmanlı ve Selçuk hanedanları devri bir çirkef sahnesi gibi tasvir ediliyor, atılıyor ve her şeyin başlangıcı olmak üzere cumhuriyet devri alınıyordu. Bunun bütün kabahati kraldan çok krallık taraftarı olan yaygaracılarda, yani inkılâbı yapanlardan çok inkılâpçı olmaya kalkışan çığırtkanlarda idi.
Vahdettin vatanına ihanet etti, Abdülhamit zulüm yaptı, Sultan İbrahim deli idi diye bütün imparatorluk devri büyüklerine ve o devrin tarihine küfür etmek çok yanlış bir yoldur. İnkılâpçıların arasında birisi millî müdafaa bütçesinden çaldı diye bütün inkılâbı ve inkılâpçıları inkâr etmek nasıl yanlış bir hareketse, bir kaç kişi için de Kılıç Arslanları, Sultan Mesutları, Osman Gazileri, Orhanları, Muratları, Fatihleri, Yavuzları vesaireyi inkâra kalkışmak da öyle bir hareket olurdu. Halbuki bizim imparatorluk tarihimiz yalnız büyük reis ve büyük kumandanlardan; yalnız Kosova, Varna, Çaldıran, Mohaç, Silistire ve Pilevnelerden ibaret değildi. Onun Füzulîleri, Nedimleri, Mimar Sinanları, Kâtip Çelebileri, kanunları, teşkilâtları, birer sanat şaheseri olan heybetli camileri, birer darülfünun olan medreseleri de vardı. Hem de bu Osmanlı ve Selçuk devri maziye daha başka ve daha şanlı devirlerle bağlanıyordu.
Mazisi ve mefahiri olmıyan milletler bile kendilerine bir mazi, bir millî destan uydururken, biz binlerce yıllık şanlı bir fütuhat, teşkilât ve medeniyet tarihimizi inkâr ederek bir prensip halinde çingeneleşiyorduk.
Bu uçuruma gidişin önüne geçecek kuvvet darülfünundu. Darülfünun buna karşı ne yaptı?
Dünyada muhtelif isimler altında milliyetperverlik cereyanları hızlanır ve Türk gençliği barbar bir kozmopolitliğe doğru sürüklenirken millî şuuru, millî irfanla uyandıracak olan darülfünun hararetli bir alış veriş pazarı halini almıştı. Darülfünunda baremin tatbiki dolayısiyle biraz fazlaca arpalık koparmak istiyen müderrisler birbirlerine girmişlerdi. “Müderrisler kendilerini yalnız ilme hasretmelidır..” diyenlere karşı yaygara kopuyor, birer bahane bulunarak onlara leke sürülmeye çalışılıyordu. Ömründe bir tek eser neşretmemiş olanlara, ilimle hiç bir alâkası olmıyan tüccarlara, avukatlara, iş adamlarına kıdemlidir diye yüzlerce lira maaş veriliyor. Bir kütüphane dolduracak kadar eser neşretmiş olanlar birer sudan sebeple birkaç derece aşağı atılıyordu. Darülfünuna dışardan bakanlar bu hale “kemik kavgası” diyorlardı. Tasarruf dolayısıyla hükümet millî müdafaadan bile para kestiği halde darülfünuna bir yıl önceki bütçesini aynen vererek teveccühünü göstermişken, bu efendiler bu parayı öyle bir paylaştılar ki neşriyat yapmak, vesait almak için hemen hemen hiç para kalmadı. Fakat iş bu kadarla da bitmedi. Müderris beyler millet meclisinden çıkmış bir kanuna muhalif bir kararla ikinci bir gaf daha yaptılar: barem kanunu mucibince asistanların (yüksek tahsil gördükleri için) on ikinci dereceden maaşa girmeleri lâzımken bu asistanlara iki derece daha aşağı maaş tahsis etmekte beis görmediler. Sanki bir müderrisin midesiyle bir asistanın midesi arasında fark varmış gibi kendilerine bol keseden 200, 250, 300 lira maaş tahsis eden efendiler asistanlara da lütfen 50 lira bahşettiler. Bu suretle darülfünunun 800 bin lirası kışlık odunlarla müderrisler arasında taksim olunmuş bulunuyordu. Bu müdderrislerin çoğu dışarda doktorluk, tüccarlık, muallimlik, vesaire gibi işlerden de arpalıklarını genişletir ve müderrisliği yalnız bir reklâm olarak kullanırken asistanların dışarda herhangi bir vazife almamasını menedecek bir de karar çıkardılar. Halbuki bu müderrislerin ilmî kıymeti ne idi? Memlekete, Türk inkılâbına karşı borçlarını yapmış mı idiler? Bunu anlamak için çok söze ne hacet, darülfünunu biraz gözden geçirmek kâfidir.
Hukuk mezunlarından bir genç, kendi hocalarından birinin takriben on yıl önce taş basması olarak basılmış notlarını tesadüfen ele geçirdiğini; kelimeleri, noktaları ve virgülleri ile bugün de talebesine verdiği notların aynı olduğunu söylüyordu. Aşağı yukarı bütün fakültelerimizde de buna mümasil haller pek çoktur. İlim böyle bir papağanlıksa müderrislere bu kadar para vermeye lüzum yoktur. Bir gramofon plâğı darülfünunun talebelerini fisebilillah da okutabilirdi.
Ankara’da toplanan millî tarih kongresi bu uyuşukluktan kurtulmak için yapılan bir silkiniştir. Bir buçuk yılda büyük mesai sarf eden ve liseler için bir kitap yazan bu heyet hiç şüphesiz zamanla yanlışını düzeltip eksiğini tamamlayarak kitabı daha güzel bir şekle sokacak ve orta mekteplerle ilk mektepler için de birer kitap yazdıktan sonra ilk mektepten darülfünuna kadar Türk çocuğu millî bir kültür ile yetişecektir. Halbuki şimdiye kadar nasıldı? İskenderi, Napolyonu büyük insan olarak öğrenen Türk çocuğuna Temür bir vahşi, Çingiz bir medeniyet düşmanı olarak öğretilir, Temürün, Çingizin orduları ve devleti “Tatar” tesmiye olunurdu.
Darülfunünun hocaları Ankara’daki tarih kongresine gidip de tarih encümeninin fikirlerini münhezimine bir şekilde kabul ederek cehalet höccetlerini kendi elleriyle imzalayacak yerde, Garbı körü körüne taklitten vazgeçerek tarihi Türk görüşüne göre okutsalardı şüphesiz daha iyi olurdu. Bu hocalardan birinin tarih kongresinde kalkıp “sizin vesaitiniz vardı, çalıştınız; bizim yoktu, onun için kısmen mazuruz” demesi de kuru bir lâftır. Vesait nedir? Kitap mı? İşte sonsuz bir hazine halinde İstanbul kütüphaneleri… O halde mazeret nerde kaldı?
Ankara’daki tarih encümeni bazı nazariyeler koymuş olabilir. Avrupalıların kendi lehlerine ve bizim aleyhimize koydukları nazariyeleri kabul etmektense kendi lehimize nazariyeler koymak şüphesiz daha makul bir harekettir. Komünist propagandası, firenkperestlik, kozmopolitlik, memleketimizde bir sistem halinde dört nala ilerlerken ve artık “din” bir mefkûre olmak kuvvetini kaybetmişken bizim için sarılacak yegâne istinatgâh milliyetimiz, genç Türkçülüğümüzdür. Yeryüzünün geniş bir sahasına yayılmış olan, şerefli ve müşterek bir mazi sahibi 30-40 milyonluk büyük bir milletin mefkuresi başka bir şey olamaz. Bir gün muhakkak birleşmesi tarihî bir zaruret olan bu büyük milletin programını çizmek için, hatta geç bile kalınmıştır.
* * *
Ankara tarih kongresi müderrislerin ehliyetsizliğini ispat ederek darülfünunda ıslahat yapılması lüzumunu tekrar ortaya koydu. Hakikatte bu günkü darülfünun orta mekteplerin üçüncü devresidir. Çünkü buradaki dersler biraz mufassalca okutulan lise dersleri ve hocalar da -iki üçü müstesna- esersiz, kitapsız lise hocalarıdır. Kaldı ki lise hocaları arasında, çok nadir olsa bile, darülfünun müderrislerine parmak ısırtacak ilmî mahsul verenler vardır. Kendi kendine bir eser çıkaramıyan talebe darülfünunun talebesi olamıyacağı gibi, ilme bir şey katamıyan hocalar da darülfünun hocası olamaz. Bu hocalar değişmedikten sonra darülfünunun ıslahı için yapılacak her hareket akim kalacak ve darülfünuna sarf olunan emek ve para heba olacaktır.
Bugün darülfünun her haliyle liseden biraz yüksek bir mektep şeklini almıştır. İmtihanlar gayet gevşektir. Bu imtihanlarda kayıtsızlığın, ahpaplığın her türlü neticeleri görülür. Kendisi mahçup olmamak için talebelerine anlaşma teklif eden hocalar vardır. Gidip bu derslere bakınız: Önünde ne bir not, ne bir kitap olmadan hafıza kuvvetiyle talebesine ders veren müderrisler (?) göreceksiniz. İlmin yalnız hafızaya dayandığı orta çağ devirleri geçmekle beraber bizim müderrisler hâlâ o kafadadır. Çünkü onların ilimleri de o kadardır.
Açık söyleyelim: imtihanda mühim bir meseleymiş gibi İskenderin atını soran hocalarla, eserlerinin Mısırdaki Cami ül-Ezherde okunmasıyla öğünen müderrislerle bu iş yürümez. Lâik bir devletin darülfünununda ders okutan bir adam eserlerinin mütaassıp ve kurunuvustaî Câmi ül-Ezherde revaç bulmasıyla öğünürse o adam softalıkla iftihar ediyor demektir.
İlmî vazifesini yapamıyan ve bir çok müderrisleri Türk olmıyan darülfünundan ise mefkûrevî bir vazife beklenemiyeceği gayet tabiîdir.
* * *
Daha iyisi kurulmak şartıyla, bu darülfünun kökünden yıkılmalıdır.