Sadri Etem Bey’e Cevap
Biraz küfür, bir miktar mugaleta, bir hayli yalanla ve jurnalcilik ruhu ile yazılan cevabınızı okudum. Zaten sizden daha başka türlü bir şey ve daha merdane bir hareket ummadığım içim hiç şaşmadım. Bir edebiyat hocası diliyle değil, bir gazeteci sövüşkenliği ile yazarak benim gazeteciler hakkındaki fikirlerimi de teyit ettiniz.
Meşhur olmayı değil atsız kalmayı tercih ettiğimiz ve birçok makaleleri imzasız çıkardığımız ve hatta bu düşünce ile mecmuamıza da “Atsız Mecmua” ismini taktığımız için sizin hakkınızda yazılan o yazıya da o sütunun imzası olan (çünkü Atsız Mecmuada her sütunu daima aynı kimseler yazmıyor) K.A. imzasını koymuştuk. Asıl yazanın imzası sizin pek boşuna ve pek çocukça olarak vehmettiğiniz gibi sizden çekinildiği için değil, bunun için atılmamıştı. Bununla beraber siz o yazıyı yazanın kim olduğunu pek tabiî olarak ve pek kolaylıkla öğrendiniz.
Cevabınıza hakkı kabul edebilecek bir insan görünerek başladıktan sonra benim yazılarımı tamamıyla tahrif ederek tahlil ediyorsunuz. Diyorsunuz ki: “Hikmet Feridun’un kitabı kötü imiş. Çünkü kendisi sadece gazeteci imiş. Acaba gazeteci olmak insanı medenî haklarından men eden ayıp bir fiil midir?”
Sadri Etem Bey, bu kadar büyük bir mugaleta yaparak bu kadar gülünç olmak için insanın kendisine kastı olmalıdır. Benim yazımda Hikmet Feridun Bey’in kitabı kötüdür diye verilmiş bir hüküm var mıdır? O makalede Hikmet Feridun Bey’in kitabı hakkında yazmış olduğum satırları buraya aynen naklediyorum: “Eserde birçok kıymetsiz şahsiyetlerin de ankete iştirak ettirildiğini gördükten sonra insanın aklına niçin filân veya filân şahısların da fikri alınmadı diye bir sual geliyorsa da bu, eserin kıymetini o kadar eksiltmez. Çünkü bizzat anketi yapan da kıymetleri ayıramayacak kadar kıymetsiz bir çocuktur. Onun sadece gazeteci olduğunu söylemek kıymeti hakkında bir fikir verebilir. Fakat bu eser buna rağmen bugünün fikir kültür tarihini yazacak müverrih için büyük bir memba olacaktır…”
Görüyorsunuz, kitabı kötü değil, bilâkis iyi ve faydalı buluyorum. Siz ya Türkçe’yi anlamıyorsunuz, yahut da kasten tahrif ediyorsunuz ki birincisi bir edebiyat hocası için, ikincisi de bir “insan” için kusurdur.
Gazetecilerin kıymetsiz olması meselesine gelince: ne yapalım ki bu böyledir ve bu sade benim fikrim değil;memlekette, asıl ilmi ve edebî otoritesi olan insanların da fikridir. Gazetelere de yazan fakat hakikatte gazeteci olmayan birkaç sanatkârı çıkarırsanız, diğer sizin gibi gazeteciler arasında, başta kendiniz olmak üzere, kıymetli olarak kimi gösterebilirsiniz? “Turfan”ı “Urfa” ve “Fon lö Kok”u “Pol dö Kok” anlayan meslekdaşlarınızı şöyle bir tarafa bıraksak bile meselâ siz de dünün kıymetlerine şuursuzca hücum etmekten başka ne yaptınız? Fakat ben, sizin yine mugaleta karıştırarak lâf arasına sıkıştırdığınız gibi “gazetecilik insanı medenî haklarından meneden ayıp bir fiildir” tarzında bir söz söylemedim. Gazetecilik olsun: meyhanecilik veya umumhanecilik olsun kanun tarafından tanınmış ve müntesipleri medenî haklardan mahrum edilmemiş fiillerdir. Fakat bir mesleğin bugünkü müntesipleri hep kıymetsiz insanlardan mürekkepse onlara kıymetsiz demek suç mudur? Yeni matbuat kanununun bu kadar şiddetli olmasına sebep cahil ve kıymetsiz gazetecilerin milletin ahlâkı, nizamı ve hayatı ile şuursuzca oynamaları değil midir?
Fakat siz mükemmel bir mugaletacı olduğunuz kadar iyi bir jurnalcisiniz de… Aklınızca beni mürtecilikle itham ederek korkutmak ve susturmak istiyorsunuz. Benim mürteci olabileceğime en aptal bir insanın bile inanacağını sanmak ve hele beni herhangi bir şeyden korkacak zannetmek için sizin kadar dar görüşlü olmak lâzımdır. İşte iddiamın ispatı: cevabınızda aynen şöyle diyorsunuz: “Kâzım Nami’ye göre bugünkü Türkiye daha mütekâmil bir Türkiye imiş. Vay efendim, Kazım Nami ne halt etmiş, hiç bugün iyi olur mu imiş? Bugünkü Türkiye’yi Sait Molla dünkü Türkiye’den üstün bulmaz. Abdülmecit bugünkü Türkiye’yi dünkü Türkiye’den üstün bulmaz. Bugünkü Türkiye’yi 150’likler de dünkü Türkiye’ye üstün bulmazlar”.
Hiç kızaracağınızı ummamakla beraber bu yalanınızı da yüzünüze çarpmak için benim yazımda Kâzım Nami Bey’e ait olan satırları buraya aynen naklediyorum: “Bunların arasında her devirde her kalıba giren Kâzım Nami Bey gibilerin fikirlerini öğrenmek cidden meraklıdır. Kâzım Nami Bey terbiyecidir, içtimiyatçıdır, feylesoftur, tarihçidir, şiir yazar, dil münakaşalarına karışır, mason mahfillerinin kapısında tahta kılıçla nöbet bekler, icap edince Türkçü, bazen beşeriyetçi olur ve kılıbıklıkla iftihar ettiğini söyler. Türk cemiyeti mütekâmil bir seyir takip ediyormuş, onun için bugünküler dünkülerden mütekâmilmiş diye de bir garibe, yumurtlar…”
Akıllı bir insan bu satırları okuduğu zaman sizin çıkardığınız manayı çıkarabilir mi? Edebiyat hocası olduğunuz için bilmeniz lâzımdır ki edebî tekâmül, her zaman siyasî ve medenî tekâmülle muvazi gitmez. Bugünkü Türkiye siyasî ve medenî sahada 20 yıl önceki Türkiye’den 80 yıl ilerdedir.
Fakat edebî sahada 20 yıl önceki Türkiye’den geridir. Yirmi yıl Önce Türk dehasının şiirdeki tecellisi alan Abdülhak Hâmit yazıyordu. Bugünün en kuvvetli şairi olan Faruk Nafiz bile bugünden ziyade düne mensuptur. Bugün ise, pek çorak kalan edebiyat meydanında acemi şairlerle sizin gibi edip karikatürleri var.
XVIII’inci asır bizim siyasî sükut zamanımızdır fakat edebiyatımız tekâmülünde devam ediyor ve bir “Nedim” yetiştiriyordu. Siyasî bir izmihlal zamanı olan XIX’uncu asırda ise Namık Kemal ve Hamit meydana çıkmıştı. XX’inci asır yeniden yükselme zamanımızdır. Fakat ne talihsiz memleketiz ki meydanda çelik çomak oynayan ve boyuna bakmadan Hamit gibi şahikaları devirmeye kalkan bir Sadri Etem Bey var.
Medenî tekâmül edebî tekâmülle müvazi olsaydı, bugün meselâ Felemenk’te kuvvetli bir edebiyat, hiç değilse kuvvetli bir iki şair olurdu.
Cevabınızın bir az daha aşağısında: “Bana gelince ben ediplik filân iddia etmedim; sadece adam olmaya gayret ediyorum” diyorsunuz. Gayretinizde muvaffak olmanızı ben de temenni ederim fakat siz ediplik iddia etmedim derken de yanılıyorsunuz… “Harpten evvelki edebiyat sayıklama edebiyatıdır. Bizimki de sıhhatli, uyanık, şuurlu bir edebiyat” derken kendinizi de edip saydığınız pek bariz olarak görülüyor. Bununla beraber, verdiğiniz cevapta kullandığınız lisanla her iki manada da edip olmadığınızı elhak ispat ettiğiniz için bunun üzerinde fazla durmaya bile lüzum görmüyorum.
Osmanlı ve Türk meselesine gelince burada da yanılıyorsunuz. Osmanlı İmparatorluğu Türk İmparatorluğudur. Osmanlı İmparatorluğu son zamanın bazı alaylı, tarih âlimleri tarafından ileri sürülüp sizin tarafınızdan da kabul olunduğu gibi müstemleke değildir. Osmanlı İmparatorluğu tabiî ömrünü yaşamış ve vazifesini yapmış bir Türk Devleti’dir. Osmanlı İmparatorluğu, Türkiye Cumhuriyeti’nin anasıdır. İnkılâpçı olmak için Osmanlı İmparatorluğu’nu inkâr etmeye, maziye sövmeye lüzum yoktur. O zaman inkılâpçı değil, mazisini inkâr etmiş piç oluruz. Hem de bu Osmanlı Türk meselesi sizin ilminiz, sizin görüşünüz ve sizin zekânızla hallolunabilecek sathî bir mes’ele değildir. Osmanlı‐Türk meselesi gazete makaleleriyle münakaşa edilemez.
Şimdi diğer bir mugaletanıza geliyorum: “Sonra efendim, istiklâl mahkemesine gittiğim için meçhul adam beni edebiyat bahsına karıştırmaktan menetmek istiyor” diyor ve bu suretle yine yalan söylemiş oluyorsunuz. Siz “bence dün yoktur, bugün var” demiştiniz. Ben de ona cevaben “dünü inkâr etmek çocukluktur. Dün olmasaydı, Sadri Etem Bey de olmazdı. Fakat biz Sadri Etem Bey’i dünü inkâr etmekte haklı görürüz. Kim bilir,belki “dün” deyince aklına daha dün, İstiklâl Mahkemesi’nin karşısında korkudan titreyerek erkek gibi değil, bir kadın gibi ağladığı geliyor da onun için maziyi inkâra kalkıyor” demiştim.
Sadri Etem Bey, sizi daha doğru ve mert olmaya davet ederim. Bu sözlerde “İstiklâl mahkemesine gittin, onun için edebiyatla uğraşmazsın” diye en ufak bir telmih var mı? Siz maziyi inkâr etmediniz mi? İstiklâl mahkemesinde bir kadın gibi ağlamadınız mı? Bu müspet şeyleri de inkâr edebilir misiniz? Fakat siz mert bir insana yakışacak şekilde bu iki hakikati kabul edecek yerde bakınız ne hezeyanlar savuruyorsunuz: “Dostlar, ben inkılâp mahkemesine çekildim, hesap verdim, tertemiz ortaya çıktım. Fakat İstiklâl mahkemesi kendisine celp gönderdiği sırada bir ecnebi sefarethanesine iltica eden ve düşman toprağına kaçan ite nihayet aflardan istifade ederek memlekete girmek cür’etini kendinde bulanların veya arkadaşlarının daha hesaplı olmaları lâzım gelir”…
Sadri Etem Bey, siz namuslu bir insansanız bu iğrenç iftiranızı ispat etmek yahut ta “müfteri” sıfatını kabul etmek mecburiyetindesiniz. Bizim aramızda ecnebi sefarethanesine iltica eden, düşman toprağına kaçan hiç kimse yoktur ve olamaz da. Bizim mazimizde, sizin gibi yüzümüzü kızartacak hiç bir şey yoktur. Onun için maziyi inkâra kalkışmayınız. Siz şamarı yiyince sövmeye başlayan bir mahalle çocuğu zihniyeti ile kıymetinizi bir kere daha ispat ettiniz. Zora gelince iftira atmak usulü ise, sizin kendi aranızda her gün birçok misallerini gördüğümüz bir gazeteci tabiyesidîr.