Gurbette Mecburî Yaşayanlar
İnsanlığın tarihi bir yandan hak, hukuk, adalet iddiaları ile, öte yandan da en korkunç haksızlıklar ve fenalıklarla doludur. Bir bakıma insan, canlıların en canavarı, canavarlıkta en orijinalidir.
İnsanın nasıl bir yaratık olduğunu anlamak için bilgin olmaya, uzun araştırmalara lüzum yoktur. Şu Yirminci Yüzyılın bazı olaylarına kuşbakışı bir göz atmak kâfidir.
İnsanlığın saadeti, eşitliği, milletlerin hürriyeti davasıyla ortaya atılan komünizmin insanlara ve milletlere karşı yaptığı cinayetleri tarihin hiçbir çağında hiçbir millet yapmamış, yabancıları şöyle bir yana bırakın, kendi milletine karşı hiçbir millet Rusların yaptığı vahşeti göstermemiştir.
Buna rağmen insanlar arasında insanlık duygularının gelişmesi için büyük gayretler gösterilmiş, insanları maddî-manevî sıkıntıdan kurtarmak için çareler aranmış, kısmen de bulunmuştur.
İnsanlardaki canavarlık belki de onların “primat” olduğu devirlerden beri kromozomlarındaki verasetten gelmektedir. Her ne olursa olsun, insan denilen yaratık kendi haline bırakıldığı, tam hürriyete kavuştuğu zaman çoğunlukla iyiden fazla kötüye doğru giden bir karaktere sahiptir. Devlet denen sosyal düzen bu kötülüğü gidermek için kurulmuş, ahlâk denen müessese aynı sebeple ortaya çıkmıştır.
Türkiye’de cumhuriyetin kuruluşu hem Türkiye, hem de bütün Türk tarihinin yeni bir bölümüne işarettir. Artık bakanlar ve sultanlar çağı geçmiş, seçimle iş başına getirilmiş bakanlar zamanı başlamıştır. Bu, eski devirleri inkâra, eskileri kötülemeye bir sebep teşkil etmez. Eski çağlarımızın büyük yanlışların yanında şan ve şerefle dolu olduğu gibi eski devlet başkanlarımız olan kağanlar, hanlar ve sultanlar da çoğunlukla büyük çapta, millete hizmet etmiş yüksek şahsiyetlerdir. Bunlara saygı göstermek ve çocuklarımıza bunların büyüklüğünü öğretmek insanlık ve vatan borcumuzdur.
Türkiye Cumhuriyeti tarihinin başlangıcında, her yeni rejimin başlangıcında olduğu gibi, bir takım sertlikler, aşırılıklar ve haksızlıklar da olmamış değildir. Fakat bu davranışlar Fransız ve Rus inkılâpları ile ölçüştürüldüğü zaman çok yumuşak ve çok insanca kalır. Bu da millî övünçlerimizden birisidir.
Cumhuriyet idaresi kökleştikçe, aşırı tedbirler de yavaş yavaş ortadan kaldırılmış, haksızlıkların silinmesine, bütün vatandaşların birbirine daha çok bağlanmasına dikkat edilmiştir. Bu da akıllıca ve insanca bir tedbirdir.
Meselâ, Kurtuluş Savaşına karşı geldikleri için memleketten çıkarılan Yüz Ellilikler 1937’de affolunarak yurda dönmüş, bunların arasında bulunan kalem sahipleri, kalemleriyle cumhuriyeti destekler kimseler olarak gözükmüşlerdir.
Şeyh Said isyanı sırasında âsiler tarafını tutan bazı ailelerin Batı vilâyetlerinde mecburî iskâna tâbi tutulmaları hakkındaki kanun da 1950’de kaldırılmış, suçla ilgisi olmayan küçük çocukların yetişkin birer insan olarak doğdukları yere dönmesi ve manen huzura kavuşması sağlanmıştır.
Hatta bu aflar sırasında biraz da ileri gidilmiş, Nâzım Hikmet gibi bir numaralı vatan haini de bağışlanarak tahliye edilmiş ve yurttan kaçarak Türklük aleyhindeki faaliyetine ölünceye kadar devam etmiştir.
Bütün bunların arasında küçük bir zümre var ki, maddî ve bilhassa manevî sıkıntı ve üzüntü içinde, bu dünyada bir cehennem hayatı geçirmektedir.
Osmanlı şehzadelerinden bahsetmek istiyorum.
Padişahlık ve halifelik kaldırıldıktan sonra Osmanlı Hanedanı’nın erkek ve kadın bütün üyeleri, Hanedana mensup olmayan eşleriyle birlikte Türkiye’den çıkarılarak maddî bir sefaletin kucağına atıldılar.
Suçları Osmanlı Hanedanı’na mensup olmaktı. Bir İngiliz gemisiyle kaçan son padişah Altıncı Mehmet Vahdettin hain sayıldığı için bu suçsuz şehzadeler de onun ailesi olarak kötü gözle görüldü ve memleketten çıkarıldı.
Şehzadelerin Türkiye’den çıkarılması, yeni kurulan cumhuriyeti bir tehlikeden korumak için alınmış tedbir diye düşünülebilir. Türkiye’de herhangi bir Osmanlı şehzadesinin etrafında birleşerek büyük gailelere sebep olmaları mümkün olabilirdi. Bu sebeple bu suçsuz şehzadelerin, tarihte örneğini çok gördüğümüz haksızlıklara uğramalarında tarihî bir zaruret vardı denebilir.
Fakat artık aradan 45 yıl geçmiş, cumhuriyet kökleşmiş, Türkiye’de hilafeti isteyen tek tük beyin hastalarına karşılık, padişahlığı getirmek isteyen kimse kalmamıştır. Bundan daha mühim olarak bu 45 yıl içinde Osmanlı şehzadeleri arasında tekrar tahta geçmek için teşebbüste bulunan bir tek kişi bile çıkmamıştır. Hatta bir iki Müslüman ülkesinde kendilerine teklif olunan krallıklar bile bu prensler tarafından reddolunmuştur.
1950’den sonra, o zamanki Millet Partisi’nin gayretiyle bir kanun çıkarılarak Osmanlı Hanedanı’nın kadın üyelerinin Türkiye’ye gelmeleri kabul olunmuş ve çoğu yaşlı bulunan bu Osmanlı sultanları gözyaşları arasında anayurda dönmenin sevincini tatmışlardır.
Demokrat Parti’nin son zamanlarında, şehzadelerin de Türkiye’ye dönmeleri için bir teşebbüs başlamış, fakat 27 Mayıs hareketiyle bu teşebbüs unutulup gitmişti.
Osmanlı şehzadeleri tarihin bir yadigârıdır. Hepsi vatanlarına bağlı, taht davasını akıllarından geçirmeyen, sağlam karakterli insanlardır 45 yıl içinde cumhuriyet hükümeti aleyhinde hiç birisinin en ufak hareketi bile görülmemiştir. Maddî sıkıntı yüzünden bir ikisi intihar etmiş, diğerleri türlü şekillerde çalışarak hayatlarını kazanmaya devam etmiştir. Vatanlarına dönmek en büyük ve en tabiî haklarıdır. Bu haklarından mahrum edilmeleri yüz kızartıcı bir kıyıcılıktan başka bir şey değildir.
Bugün hayatta 25 kadar Osmanlı şehzadesi vardır. Bunların 14 tanesi Türkiye’de, diğerleri Hanedan çıkarıldıktan sonra dış ülkelerde doğmuş kimselerdir. Bir kısmının Türk vatandaşı olarak devletten emeklilik maaşı almaya da hakları vardır. Meselâ Hanedanın en yaşlı üyesi olan Osman Fuat Efendi, Birinci Cihan Savaşı’nda Trablusgarp’taki Osmanlı ve Sünûsî kuvvetlerinin kumandanı olarak mütarekeye kadar harekâtın başında bulunmuştur. Bir Türk subayı olarak emekli maaşı almak hakkı değil midir?
Geçenlerde hayata gözlerini kapamış olan Ömer Faruk Efendi, Mısır’da melankolik bir hayat geçirmekteydi. Millî Kurtuluş Savaşı’na katılmak için bir geminin ambarına saklanarak Anadolu’ya geçtiği halde, Sakarya zaferi o sıralarda kazanılmış ve temel sağlamlaşmış olduğu için kabul edilmeyerek geriye dönmüştür.
Ressamlıkla, öğretmenlikle hayatlarını kazananlar da vardır. Sultan Hamit’in hayattaki tek oğlu olan Mehmet Abid Efendi, Fransa’da hukuk ve şarkiyat tahsili yapmıştır. Şimdi Beyrut’ta mütevazı işlerle hayatını kazanmaktadır.
Sırf Sultan Vahdettin’in yeğenleri oldukları için bunların memlekete sokulmaması hem büyük bir haksızlık, hem de cumhuriyet hükümetlerinin şimdiye kadar güttükleri birleştirme ve kaynaştırma politikasıyla tezattır. Almanya ve Fransa’da da cumhuriyet idareleri olmakla beraber eski imparator ve kral ailelerinin fertleri kendi anayurtlarında yaşamakta, kendi mülklerine sahip olmaktadır. Eğer Türkiye’de de cumhuriyet rejimi cidden kökleşmişse, adalet prensibi bütün yurttaşlara uygulanacaksa en büyük Türk ailesinin son talihsiz mümessillerinin de son yıllarını vatanda yaşamalarını sağlamak en büyük insanlık borcumuzdur.
Hayatta olan Türk prensleriyle doğum yılları aşağıdadır:
- Osman Fuat 1894 V. Murat’ın Torunu
- Mehmet Abdülâziz 1901 Sultan Aziz’in Torunu
- Ali Vâsıb 1903 V. Murat’ın Torununun Oğlu
- Mahmut Şevket 1903 Sultan Aziz’in Torunu
- Mehmet Abid 1905 Sultan Hamit’in Torunu
- Orhan 1909 Sultan Hamit’in Torunu
- Mehmet Nâzım 1910 Sultan Reşat’ın Torunu
- Osman Ertuğrul 1912 Sultan Hamit’in Torunu
- Ömer Fevzi 1912 Sultan Reşat’ın Torunu
- Hüsâmettin 1914 Sultan Aziz’in torununun Oğlu – Akıl Hastası.
- Ertuğrul 1915 Sultan Hamit’in Torunu
- Alâattin 1917 Sultan Hamit’in Torunu
- Burhanettin Cem 1918 Sultan Mecit’in Torununun Oğlu
- Bayazıd 1923 Sultan Mecit’in Torununun Oğlu
Bunların dışındaki 10 şehzade Türkiye dışında doğmuş olup yaşlan 44’ün altındadır. Ve Orhan, Selim, Osman, Selâhattin, Ömer Abdülmecit, Harun, Dündar adlarını taşımaktadırlar.
Türkiye Büyük Millet Meclisi, Türkiye’nin bir hukuk devleti olduğunu, adaletin hüküm sürdüğünü ispat etmek için bu talihsiz Osmanoğulları’nın Türkiye’ye girmesini yasaklayan kanunu yeni bir kanunla kaldırmalı, böylelikle hem Türkiye Cumhuriyeti’nin artık kökleştiğini, hem de adaletin hüküm sürdüğü bir diyar olduğunu bütün dünyaya göstermelidir.
Osmanlı Hanedanı’nın kadın üyeleri Türkiye’ye döndüğü zaman birçoklarınca sevgi ve saygı ile karşılanmışlar, fakat kralcılık düşüncesi gibi bir düşünce veya davranış akıllara ve gönüllere gelmemişti.
Türkiye’de halifeliğin diriltilmesini isteyen birkaç zıvanasız yobaz var diye, hilâfetle hiçbir ilgisi kalmayan, iyi Türk vatandaşları olan, yıllardır gurbette yaşayan ve prensliklerinden vazgeçen Osmanoğulları’nı anayurda gelip yerleşmeleri ve atalarının yükselttiği vatanda yaşayıp ölmeleri “İnsan Hakları Evrensel Beyannâmesi”ne imza koymuş bir devlet için, yerine getirilmesi şeref borcu olan bir görevdir.
Türkiye Büyük Millet Meclisi üyelerini bu görevi yapmaya çağırıyoruz.