Millî Şefin Bergüzarı
İsmet İnönü Cumhurbaşkanı olduğu zaman bunu müspet karşılayanlardan biri de bendim. O sıralarda yabancı basından bizim gazetelere aktarılan bazı haberlerde Türk Devlet Başkanlığı adayları arasında Şükrü Kaya gibi isimlerin de bulunması cidden ürkütücü ve düşündürücü idi.
1938’de benim İstiklâl Savaşı ve Cumhuriyet çağı hakkındaki bilgim, şüphesiz çok az olduğu için, İsmet Paşa’nın Filistin bozgununda 2000 kişilik kolordusunu[1] düşmana bırakıp tek başına kurtulduğunu, İstiklâl Savaşına nasıl katıldığını, İnönü savaşlarının tafsilatını, Eskişehir-Kütahya bozgununu bilmiyor, bu sebeple mutedil bir devlet adamı diye bildiğim İsmet Paşa‘yı o mevkie lâyık görüyordum.
Devlet Başkanı olduğu zaman Meclis’te söylediği ilk nutku, o zaman öğretmeni bulunduğum bir özel lisenin salonunda radyodan dinlemiştim. Celâdetli ve millî ruhu okşayıcı bir nutuktu. Fakat Atatürk‘ün adı dahi geçmiyordu.
Tabiî, bunun saklanamamış bir hıncın sonucu olduğunu o zaman bilmiyordum. Fakat birkaç gün sonraki nutuk, havayı değiştirdi. Atatürk göklere çıkarılıyor, İsmet İnönü ona: “Eşsiz Kahraman Atatürk! Vatan sana minnettardır” diye hitap ediyordu.
Hemen o günlerde yayılan bir söylentiye göre bu sözler Meclis ve Ordudaki Atatürkçülerin öfkesini gidermek için söylenmişti.
İnönü, mevkiini berkittikten sonra yeni seçime gitti. 3 Nisan 1939’da yapılan yeni seçimle kendi adamlarından birçoğunu Meclise soktuğu gibi Şükrü Kaya, Tevfik Rüştü gibi Atatürk bendelerini ve onun muhafızlığını yapan Cevat Abbas, Kılıç Ali, Recep Zühtü vesaireyi Meclis dışında bıraktı[2]. Yani bir ileri, bir geri adım atarak kendi taktiğini uygulamaya başladı.
Bu arada ben resmî okullardan uzaklaştırılmış olarak özel liselerde öğretmenlik ediyordum. Haksızlıktı. Profesör Mükrimin Halil, bizzat İsmet Paşa’ya yazarak bu haksızlığın giderilmesini istememi tavsiye etti. Aşırı bir Anadolucu olan Mükrimin Halil, Anadolulu olan İsmet Paşaya çok taraftar gözüküyor, bu haksızlığı mutlaka tamir edeceğini söylüyordu. İsmet İnönü hakkında henüz benim de duygularım lehte olduğu için taahhütlü bir mektupla durumu kısaca bildirip haksızlığın tamirini istedim. Bir şey çıkmadı[3].
Zaman İnönü‘nün iç yüzünü yavaş yavaş ortaya koyuyor, ona ümit bağlayanlar hayal kırıklığına uğruyordu[4].
Millî Şefin bundan sonraki durumu, tutumu, yaptıkları bilindiği için tekrarına lüzum görmüyorum. Zaten bugün Millî Şef artık çekilmiş, silinmiş ve milletin büyük çoğunluğunda çok olumsuz intibalar bırakarak kaybolmuştur.
Kaybolmuştur ama kendisini hatırlatacak bir taş dikmeyi de ihmal etmemiştir. Millî Şefin millete bergüzarı olan bu taş, şimdi Cumhuriyet Halk Partisinin başında bulunan Bülent Ecevit‘tir.
Bülent Ecevit‘i yetiştiren İsmet İnönü‘dür. Başbakanlık ettiği üç koalisyon kabinesinde, 20 Kasım 1961 ile 20 Şubat 1965 arasında 3 yıl, 3 ay Bülent Ecevit‘i Çalışma Bakanlığında tutarak yurtta solculuğun gelişmesine hayli yardımda bulunmuştur.
Acaba Millî Şef; hani çok zekî olduğu söylenen, hafızasının kuvveti göklere çıkarılan İnönü, Bülent Ecevit‘in kafa içi şemasını bilmiyor muydu? “Partimiz sosyalist değildir. Çünkü sosyalizm milliyetçi değildir. Biz ise milliyetçiyiz.” diyen İsmet Paşa, partisinin genel sekreterliğine getirdiği adamın milliyetçilik aleyhtarı olduğunun farkında değil miydi? Cumhurbaşkanlığı sırasında Hasan Âli‘yi Millî Eğitim Bakanlığı’nda tutarak (8 yıl) bugünkü komünizmin tohumlarının atılmasına sebep olduğu gibi, Bülent Ecevit’i de Çalışma Bakanlığı’nda tutmasının sebebi mi vardı? Yoksa bunlar tesadüf mü idi? Biri öğretmenlerle öğrencileri, biri de işçileri milliyetçilikten koparmaya çalışan bu iki kişiyi bu kadar koruyan İnönü’nün anladığı milliyetçilik, herhalde nev’icad, belki de Çankaya’daki kimya laboratuarında keşfedilmiş, kimsenin bilmediği bir milliyetçiliktir.
Cumhuriyet Halk Partisi, Atatürk tarafından, biri de milliyetçilik olan 6 umde ile kurulmuştu. İsmet İnönü parti başkanlığı sırasında milliyetçilik umdesinin kaldırılması cihetine gidemedi ama milliyetçiliğe en büyük darbeyi vurdu. Köy Enstitülerinin komünist yuvası haline gelmesine göz yumduğu gibi 1944’te Türkçülere karşı açılan Haçlı Seferinin başkomutanlığını da bilfiil yaptı.
Yetiştirip Türkiye’ye armağan ettiği Ecevit ise milliyetçiliğe cephe almıştır. Nitekim son kongrelerinde, Halk Partisinin milliyetçi olduğunun tüzüğe geçirilmesi hakkındaki takriri hasır altı etmiştir. Fakat asıl mühimi, Anayasa değişikliği hakkında partilerin fikrini soran hükümete verilmek üzere hazırlanan cevaptır.
Halk Partisi şu teklifleri kabul etmiyor:
1) Anayasanın ikinci maddesine “milliyetçilik” deyiminin konulmasını;
2) Anayasaya, sınıf kavgasını kesin olarak önleyecek madde konulmasını;
3) Anayasaya Türk Bayrağının ve İstiklâl Marşının konulmasını;
4) Tabiî senatörlüğün kaldırılmasını[5].
Demek ki, Türk Devletinin milliyetçi olmasını kabul etmiyor. Bunun mefhûm-ı muhalifi beynelmilelciliktir. Dünyada komünist ülkelerden başka beynelmilelci olduğunu ileri süren devlet yoktur.
Sınıf kavgalarını önleyecek maddeyi de istemiyor. Demek ki, sınıf kavgasını istiyor. Sınıf kavgası kimlerin şiârıdır?
Türk Bayrağı ile İstiklâl Marşının Anayasaya girmesini istememek bunları günün birinde kolaylıkla değiştirebilmek arzusundan doğar. Acaba sayın Bergüzar Türk Bayrağı yerine hangi bayrağı ve İstiklâl Marşı yerine hangi marşı düşünüyor?
Bütün bunlardan sonra tabiî senatörlüğün kalmasını istemekteki sebep kendiliğinden ortaya çıkıyor: Tabiilerin büyük kısmı aşırı solcudur.
Fakat Bergüzar‘ın marifetleri bu kadar değil. Meğer o büyük bir şairmiş de haberimiz yokmuş.
İşte belgesi:
Türk – Yunan Şiiri
Sıla derdine düşünce anlarsın
Yunanlıyla kardeş olduğunu.
Bir Rum şarkısı duyunca gör,
Gurbet elde İstanbul çocuğunu.Türkçenin ferah gönlünce küfretmişiz,
Olmuşuz kanlı bıçaklı.
Gene de bir sevdadır içimizde
Böyle barış günlerinde saklı.Bir soyun kanı olmasın, varsın
Damarlarımızda akan.
İçimizde şu deli rüzgâr,
Bir havadan.Aramızda bir mavi sihir,
Bir sıcak deniz
Kıyısında birbirinden güzel,
İki milletiz.Bizimle dirilecek bir gün,
Ege’nin altın çağı.
Yanıp yarının ateşinden,
Eskinin ocağı.Önce bir kahkaha çalınır kulağına,
Sonra Rum şiveli Türkçeler.
O Boğazdan bahseder,
Sen rakıyı hatırlarsın.
Yunanla kardeş olduğunu,
Sıla derdine düşünce anlarsın.
Ne dersiniz? Ecevit, Makaryos ve Grivas‘la kardeşlik dâvasında. Bu şahane şiirin altında 1953 tarihinin bulunması da bir acayip. O yıl, İstanbul’un 500’üncü fetih yılı kutlanıyordu. Yani biz Yunan kardeşimizin varlığına son verdiğimiz savaşın bayramını yapıyorduk. Halbuki Bergüzar, istikbali birlikte kuracağımızı iddia ediyor. Rum şiveli Türkçelerden bahsediyor. Rum şiveli Türkçeler ne de güzeldir ya!
Bergüzar‘ın Anadolu ve Rumeli’de aralıksız dört beş asır süren bir Türk-Rum vuruşmasından galiba hiç haberi yok. Son 150 yıldan beri de bu savaşın tekrar başladığını ve çok kanlı, korkunç, onlardan gelen vahşiyane bir sertlikle devam ettiğini de herhalde bilmiyor. Bilse, asırlarca süren savaşın kana, beyine, gönüle işlediği düşmanlığın silinemeyeceğini anlar. Kıbrıs’ta, banyo içinde öldürülen ve bir Türk doktorunun çocukları olan üç güzel masum yavrunun hâtırasını bir an düşünse bu tekerlemeyi yazmaz. Tarihi biraz kavramış bulunsa, dostluğun ve ittifakların milletler değil, hükümetler arasında kurulduğunu kabul eder. Millî duygusu olsa milletleri ayakta tutan sebepler arasında millî kinin ne kadar ehemmiyetli olduğunu idrak eder.
Evet, milletlere millî kin de lâzım. Çünkü öteki millet sana düşmandır. Seni yok etmek için açık veya gizli programını uygulamaktadır. O böyle yaparken senin dost olacağım diye göstereceğin gaflet millî hayatına mal olur.
Türk’le Moskof, Türk’le Yunanlı, Arap’la Yahudi, Almanla Polonya’lı ve daha niceleri dost olabilir mi? Hani “birleşmiş milletler ideali çevresinde toplanan, andlaşan milletler?”. Her millî menfaat mutlaka başka bir millî menfaati törpüler. Kendi menfaatinin zedelenmesine de hiç kimse müsaade etmez. Böyle olunca da çatışmalar sonuna kadar devam eder.
Barış ve dostluklar, kıran kırana maçların dinlenme saniyeleridir. Tabiat kanunu da, sosyal kanun da budur. Bu kanunlar bütün açıklığı ile ortada iken Türk Yunan kardeşliğinden bahsetmek Türkleri millî uykuya davetten başka nedir?
Bergüzar buna şüphesiz “hümanizmdir” diye cevap verecek.
Ne büyük hümanizm, ne heybetli kardeşlik mefkûresi!..
Buda bile bu hayale kuruntu diyemez, tokat yiyince öteki yanağını uzatmayı tavsiye eden İsa bile bu kadar insaniyetçi olamazdı. Yunus Emre ve Mevlânâ bile bu derece hümanist değillerdi. Beşeriyetin büyük evlâtları (!) Karl Marks ve Lenin bile bu kadar ileri gitmemişlerdi.
İşte Millî Şefin bergüzarı… Akl-ı evvellerin “yarınki başbakan” diye alkışladıkları genel başkan.
Millî Şef böylece, Türklüğe koca bir aşırı sosyalist parti bırakarak gidiyor. Ne de “Millî” Şef imiş.
Milliyetçiliğin, bayrağın, millî marşın anayasaya girmesine muhalif olan bir parti yaşayacak olduktan sonra zavallı Behice Boranın günahı neydi? Hiç olmazsa, o, gençliğinde güzel, şimdi de çirkin olmayan bir Tatar kadını idi ve her halde Türk Bayrağı’nın Anayasaya girmesine muhalefet etmeyecekti.
[1] Filistin Cephesinde üç ordudan kurulu Yıldırım Ordularının savaşçı asker mevcudu 40.000 kişiydi. Bu arada kolordular da 2.000 kişiye kadar düşmüştü. Yani İnönü gerçekte kolorduya değil, zayıf mevcutlu bir alaya komuta ediyordu.
[2] Bunlardan Cevat Abbas’a gizli ödenekten aylık bağlandığını, Cevat Abbas öldüğü zaman miras işlerine bakan, benim de avukatım olan Afif Şakir söylemişti.
[3] İnönü’ye bundan sonra uzun bir mektubum daha vardır. Tamamile devlet işlerine ait olan bu mektup bir takım tekliflerden ibaretti ve en mühim noktası Devlet Başkanı öldüğü veya çekildiği zaman onun yerini alacakların yüksek kademelerdeki belirli beş kişi arasından seçilmesi teklifiydi. Başkanlık ihtiraslarının önlenmesi için ileri sürülmüştü.
[4] Hele büyük memleket gezisinde halkla yaptığı temaslarda köylülerle, işçilerle ipe sapa gelmez konuşmaları çok basitti. O zamanki gazetelerde bunlar tafsilatıyla vardır.
[5] Bunlar ve diğer acayip teklifler Milliyet’in 20 Eylül 1972 tarihli sayısında sıralanmıştır.