Makale

Edirne Mebusu Şeref Bey’e Cevap

Şeref Bey,

Şimdiye kadar Millet Meclisinde sesinizin çıktığını hiç işitmemiştik. Halbuki 21-kânunusani-1934 tarihli Hâkimiyeti Milliye de, bana dair yazdığınız yazıda eski bir müverrih gibi konuşuyorsunuz. Tarihten salâhiyetle dem vurmanın moda olduğu şu zamanda, sizin de hiç bir ilmî salâhiyetiniz olmadan bu mevzua karışmanızı modaya uymak şeklinde telâkki etmekle beraber mesele hem benim şahsıma, hem de Türk tarihinde takip edilmesi icap eden usule ait olduğu için size bu cevabı veriyorum. Benim ileri sürdüğüm ve sizin bir türlü anlayamadığınız dava (isterseniz tez deyin) şudur:

Muhtelif Türk sülâlelerinin zamanlarını ayrı devletlermiş gibi mütalaa etmek yanlıştır. Bilâkis muhtelif devlet telâkki olunan şeyleri sülâle olarak almalıdır. Almanya’da, İngiltere’de, Fransa’da nasıl sülaleler birbirini takip etmişse ve bir Kapet, bir Burbon, bir Orlean, bir Habsburg devleti yoksa Türkeli’nde de sülâleler birbirini takip etmiştir; ve bir Kun, bir Gök Türk, bir Osmanlı devleti yoktur, yalnızca Kun, Gök Türk, Osmanlı sülâleleri vardır.

Bazen iki veya daha çok sülâle idaresinde iki veya daha çok Türk siyasî zümrelerinin birbiriyle çarpışması bu kaideyi bozmaz. Nasıl ki Almanya’da düne kadar birçok sülâleler aynı zamanda hâkim oldukları sırada birbirleriyle çarpıştıkları halde Alman Devleti bir devlet sayılıyor idiyse, bizde de aynı şekilde bir devlet olmak iktiza eder. Eğer bütün milletler tarihlerini bizim gibi mütalaa etselerdi o zaman, meselâ İngiltere’de iki gül muharebesinde iki devlet bulunması icap ederdi. Keza Fransa’da kontlukların kuvvetlenip kral nüfuzunun zayıfladığı zamanlarda birkaç devlet birden bulunması lâzım gelirdi. Hele 18-19. asır Almanya’sı içinden çıkılmaz bir tarih manzarası gösterir ve belki de “Almanya” dediğimiz varlığın inkâr edilmesi lüzumu baş gösterirdi.

İşte, benim ileri sürdüğüm bu nokta nazar daha anlaşılmadan, münakaşa olunmadan gürültü ile karşılandı. Bir tezin çürük olduğu ancak ilmî delillerle ispat olunabilir, kuru gürültü ile değil. Kuru gürültü ile susturulmak istense bile o yine günün birinde güneş gibi meydana çıkar. Vaktiyle dünyanın yuvarlak olduğunu ileri süren adamın küfürle itham olunması gibi şimdi siz de, sizin kafanızdaki tarih telâkkisinden ayrı bir tez ileri sürenleri âdeta küfürle itham ediyorsunuz. Fakat Şeref Bey, burada size sorulacak bir sual var:

Siz tarihten ne kadar anlarsınız? Benimkinin üç misli olan hayatınızda acaba kaç buçuk tarih okudunuz da tarih tezleri üzerinde fikir yürütebiliyorsunuz?

Hiç şüphesiz bütün dünküler gibi sizin de, bir iki yıl önceye kadar kafanızdaki tarih telâkkisi 699’daki “İstiklâl-i-Osmânî” ile başlıyordu. Şimdi ortaya yeni bir Türkçü tarih cereyanı çıkınca anlayan anlamayan herkesle beraber siz de bu cereyana kapıldınız. Hattâ bu mesele üzerinde kalem bile oynatıyorsunuz. Mademki kalem oynatıyorsunuz, o halde sizi bu işten benim kadar anlar farz ederek size cevap vereceğim. Fakat Şeref Bey, ben iddialarıma cevap isterim. Sizin tarafınızda bulunan bazı mahlûkat gibi küfür edecekseniz bunun da münakaşada yenilmek demek olduğunu size hatırlatırım.

Türklerin tarihini bence şöyle üçe ayırmak gerektir:

I- En eski zamanlardan milâttan önceki 7. asra kadar olan çağ; buna Türklerin kablettarih çağı diyelim.

II- Milâttan önce 7. asırdan milâttan sonra 6. asra kadar olan çağ. Bu çağda Türk tarihi hakkında epeyce malûmatımız vardır. Fakat hepsi yabancı kaynaklardan gelme olduğu için buna da nispi tarih çağı diyelim.

III- 545’ten sonraki çağ ki, bu çağda Türkler de kendileri için tarihî kaynaklar bıraktığından buna da Türkler’in tarihi çağı diyelim. Türkler’in tarihî çağını da şöylece üçe ayırabiliriz:

1) Uzak şark medeniyeti çevresinde Türk tarihi (545-940);

2) Yakın şark (= İslâm) medeniyeti çevresinde Türk tarihi (940-1840)

3) Batı medeniyeti çevresinde Türk tarihi(1840-?).

Tabiî, bu üç devri de ikinci derecede taksimata ayırmak kabildir. Fakat Türkler dört bucağa yayılmış ve dağılmış bir millet oldukları için bunların tarihî nasıl mütalaa olunmalıdır? Bunun için en kestirme ve en makul yol şudur: Türkler’in anayurttaki tarihleriyle yabancı ellerdeki tarihlerini birbirinden ayırarak mütalaa etmek. Çünkü anayurttaki Türk tarihi birbirini takip eden bir bütün olduğu ve buradaki sülâleler daima Türk ırkına dayandığı halde yabancı ellerdeki Türk devletleri yabancı ırklara dayanmış ve sürekli bir bütün şeklinde olmamıştır. Meselâ Çinin bazen tamamında, bazen bir kısmında Türk devletleri kurulmuştur. Fakat bunlarda yalnız sülâle ve kısmen ordu Türk olduğundan hem devletin ömrü uzun sürmemiş, hem de asıl Türk tarihiyle münasebeti olmamıştır. Hindistan’da, İran’da, Mısırda ve Avrupa’da böyle Türk hükümetleri kurulmuştur. Bunlar daima gelip geçici olmuş ve sonunda o Türkler yendikleri başka milletlere karışarak adlarını kaybetmişlerdir. Bunun için, Türk tarihi diyince aklımıza ilk önce anayurttaki Türk tarihi gelmelidir.

Anayurttaki Türk tarihinin kablettarih çağını, hem tarih ilminin sahasından dışarıda kaldığı hem de aramızdaki anlaşmazlık burada olmadığı için, bir tarafa bırakıyorum ve doğrudan doğruya nispi tarih çağına geliyorum. Bu çağda, bana göre, Türkeli’nde sırasıyla Saka, Kun, Siyenpi, Apar sülâleleri hâkim olmuştur. Sizin ayrı devletler devri dediğiniz bu devirlere ben ayrı sülâleler devri diyorum. Çünkü:

Milâttan önceki yedinci asırdan, milâttan önceki üçüncü asra kadar Türkistan’da yüksek hâkimiyet Sakalardaydı. Daha batıdaki Masaget (=Peçenekler) Sakalar’ın bir kolu sayıldığı gibi Çin tarihlerinin Şimalî Çin’de olarak gösterdiği ve “Xu” umumî adını taşıyan zümre de henüz bir devlet halinde teşekkül etmemişti. Sonra milâttan önceki 6-4. asırlarda Aryanî milletler cenuptan mütemadiyen Türkistan’a saldırdılar. Önce İranlılar, sonra İskender’in Yunanlılar’ı Cenubî Türkistan’ı zapt ettiler. Azlık olan Türkler de Çin sınırına doğru çekilerek orada kısa bir dahilî çarpışmalar devrinden sonra Kun (=Oğuz) sülâlesinin idaresinde birleştiler. Bu suretle kablelmilât üçüncü asrın ikinci asırla birleştiği yıllarda bütün Orta Asya’da Kunlar’ın idaresinde bütün Türkler birleşmiş oluyordu. Aynı devirde Maveraünnehir, Afgan ve Hindistan’da hükümet kuran Kuşanlar ise ana Türk yurdundan kaçan muhalifler olup bunların kurdukları devlet yabancı ırklardan olan ekseriyetlere dayandığından anayurt Türk tarihi kadrosuna sokulamaz.

Kun sülâlesi milâttan sonra 216’ya kadar hâkim olmuştur. Bir aralık bu sülâlenin Şimalî ve Cenubî olarak ikiye ayrılması iki Kun devleti kurulması demek değildir. Bu, saltanat kavgalarının doğurduğu gayrı tabiî bir neticedir. Hattâ bazen Kuneli’nde beş yabgunun birden bulunduğu olmuştur. Ankara harbinden sonra Yıldırım ölünce Osmanlı ülkesinde peyda olan üç şehzade Osmanlı toprağını üçe böldükleri zaman bunlar üç ayrı devlet sayılmıyordu. Bunun gibi Kuneli de ikiye bölünmüş farz olunamaz.

216-394 yılları arasında ise Türkeli’nde Siyenpi sülâlesi hâkim olmuştur. Kunlar’ın yerine Siyenpilerin gelmesi Türkeli’nde yeni ve ayrı bir devlet kurulması değildir. Çünkü aynı toprakta kurulan ve aynı boylardan mürekkep olan devlette yalnız hâkim olan boy değişmişti. Kunlar da tamamıyla Siyenpiler’e tâbi olup Siyenpi adını almışlardı. Bu hâkimiyeti tanımayan bir kısım Kunlar ise batıya çekilerek beşinci asırda Atilla kumandasında Avrupa’yı titreten bir güç olmuşlardı ki o da tamamen yabancı sahalarda ve yabancı ekseriyetler üzerine kurulmuş bir devlet olduğundan Türk tarihinin anayurt dışındaki kısmı mütalaa olunurken nazara alınmalıdır ve zaten bunun da ne kadar kısa sürdüğü malûmdur.

394-545’te anayurtta Apar sülâlesi hâkim olmuştur. Bu sülâleden Tolun Kağan, Mete’den sonra Türkistan’ın ikinci büyük ıslahatçısı ve müceddididir. Kağan – Han unvanı da Tolun tarafından konulmuştur. Ondan önce hükümdarların unvanları Yabgu idi. Onun için dört ciltlik tarihte Kuşanlar’ın Kuşhanlar şeklinde yazılması yanlıştır. Çünkü Han (aslı Kaan) unvanı Koşanlardan epeyce sonra çıkmıştı.

Apar sülâlesi ayrı bir devlet sayılamaz. Çünkü evvelce Siyenpiler’e tâbi olan boylardan Apar boyu Siyenpiler’i devirerek ötekilerine hâkim olmuş, ülke ve millet aynı kalmıştır. Bunda değişen sülâleden başka nedir? Bunlara ayrı devlet nasıl denir?

Şimdi gelelim Türk tarihinin üçüncü çağına, yani tarihî çağ dediğimiz çağına:

Altaylarda ve Tanrı Dağları’nda Apar Kağanları’na silâh yapmakla uğraşan ve Türük (=Türk) adını taşıyan boylar bir kadın meselesi yüzünden Aparlar’a isyan ettiler. Aparlar’ı devirerek kendileri hâkim oldular. Bu suretle 545-745 arasında hâkim olan Gök Türük sülâlesi kurulmuş oldu. Önceden Aparlar’a tâbi olan bütün ülkeler ve boylar Gök Türkler’in idaresine geçti.

Dört ciltlik tarihte yazıldığı gibi Şark’ta ve Garp’ta iki Türk devleti yoktur. Memleketin siyaseten iki, bazen dörde taksimi vardır. Yoksa, bazı ihtilâl zamanları müstesna olmak üzere Gök Türk devletinde daima bir tek büyük Kağan olmuştur. Bir kere Gök Türk sülâlesinin ilk hükümdarı dört ciltlik tarihte yazıldığı gibi İlhan Bumin değildir. O devirde ilhan diye unvan olmadığı gibi Bumin de olsa olsa Türkçe’ye dili dönmeyen bir yabancının telâffuzu olabilir. Bu hükümdarın adı Bumın veya Bumun Kağandır; ve kendisinden sonra da Türk tahtına oğlu Kolo değil, kardeşi İstemi geçmiştir. Kolo Türk Kağanı değil, Şark hanıdır. Çinliler Gök Türkler’in daha çok kendileriyle sınırdaş olan şark kısımlarından bahsettikleri ve bazen kendilerine tâbi olan şark hanlarını bir öğünme duygusuyla veya siyasî sebeplerle umumî Gök Türk Kağanı gibi gösterdikleri için Türkler’in Şarkî ve Garbî diye iki devlet olarak kurulup devam ettikleri zehabı hasıl olmuştur. Bir kere Gök Türkler’in iki kısım olduklarını yalnız Çin kaynakları söylüyor. İran ve Bizans kaynakları böyle bir şey kaydetmiyor. Saniyen bu devrin son zamanlarına ait olan Türk kaynaklarında, yani Gök Türk kitabelerinde Garp Türkleri’nden ancak bir tâbi olarak bahsolunuyor. Bundan başka Çinliler tarafından Garp Türk hükümdarı olarak gösterilen bazı kağanların (meselâ Tardu’nun) umumî Türk Kağanı oldukları da tasdik olunuyor. Eski Türkler’in devlet teşkilâtı da göz önünde bulundurulmak şartıyla bundan şu netice çıkar: Türkeli’nin büyük kağanları daha ziyade garpta oturuyorlardı. Ancak Kutluğ Kağandan sonra Garp Türkleri hep Şark Türklerine tâbi oldular.

Eğer, meselâ, Mohan Han büyük han olmuş olsaydı Orhun âbidelerinde İstemi’nin yerine onun adı geçerdi. Halbuki kitabelerde Mohan’ın adı geçmiyor. Fakat Bumın’dan sonra İstemi’den bahsolunuyor. Çin tarihlerinin Mohan’ı Kağan olarak göstermeleri ise Mohan’ın Çin’i alt üst etmiş olmasındandır. Zavallı Çinliler kendilerini kuşa çevirip vergi vermeye icbar eden Mohan’ın da ayrıca daha büyük bir kağana tâbi olacağını tasavvur edemedikleri için İstemi’yi Mohan’a tâbi gibi göstermişlerdir. Gök Türklerde 545’ten 609’a kadar daima tek kağan bulunmuş ve sırasıyla Bumun (545-553), İstemi Bağatur (553-576), Topo (576-581). Şapolı (581-587), Çuluk (587-588), Tulan [Turan] (588-600), Bilge Tardu (600-603), Kimin (603-609) Kağanlar hükümdar olmuşlardır. 609-630 arasında asıl hâkim olan garp kağanlarına şark hanları muhalif vaziyet aldıklarından devlet iki hanla idare olunuyor gibi bir vaziyet doğmuş, bununla beraber Tung Yabgu (619-630) gibi büyük Kağanlar yine Gök Türk devletinin şevketini muhafaza etmişlerdir. 630’da Kiyeli Han’ın Çine esir olmasını bizim tarihlerimiz Şarkî Gök Türk devletinin inkırazı gibi gösterirler. Bu, sülâlecilik zihniyetinin gayet açık bir yanlışıdır. Kiyeli Han’ın ve kumandasındaki Türklerden birkaç tümeninin Çin’e esir olması hakikatte mevcut olmayan Şarkî Gök Türk devletinin inkırazı değil, büyük Türk Kağanlığının Çine sınırdaş olan vilâyetlerinin Çinliler tarafından zapt olunmasıdır. Zaten Şarkî Gök Türklerin en büyük boyları olan Tarduş’lar Çin’e tâbi olmamışlardı ve ismen garptaki Türk kağanlarına tâbi bulunuyorlardı. Orhun kitabelerinde Çinlilere elli yıl hizmet edilmiş olduğunun söylenmesi Kiyeli Han sülâlesinden prenslerin Çine hizmet etmiş olması şeklinde anlaşılmalıdır. Türklerin Çin’e tâbi olmaları hakikatte 653’te, İpi Tulu Han’dan sonradır; ve 681’de Şark Türkleri neslinden Kutluğ Kağan’ın isyanıyla da devlet yeniden istiklâlini kazanmıştır. 681-745 arasında kağanlığa Şark Türkleri hâkim olmuş ve memleketin batı kısımlarını da Türgişler idare etmiştir. Dört ciltlik tarihte Kül Tigin’e Gültekin denildiği gibi Türgiş’lere Türkeş denilmesi de o kitabı yazanlar arasında Orhun Âbidelerini okuyabilen bir tek kişi bulunmadığını gösterir.

745’te Türk Kağanlığına tâbi olan Türk zümrelerinden Dokuz Oğuz’lar, Karluk’lar ve Basmıl’lar isyan ederek Gök Türk sülâlesini devirdiler: ve Basmıllar’ın başbuğunu Türk Kağanı ilân ettiler. Bu suretle başlayan Basmıl hanedanı pek kısa devam etti. Aynı yılda Dokuz Oğuzlarla Karluklar birleşerek Basmıllar’ı devirdiler. Bunun üzerine kağanlık Dokuz Oğuzlar’a geçti. Dokuz Oğuz sülâlesi 745-840 arasında bir asır devam etti. Bu müddet zarfında Türgişler ve Karluklar Kağan idaresinde, fakat Dokuz Oğuzları matbû tanıyarak idare olundular. 840’ta Türkistan’da kıtlık ve kargaşalık oldu. Dokuz Oğuzlar’a tâbi olarak Kırgız’lar isyan ve Türkeli’ni karma karışık ettiler. Dokuz Oğuzlar Moğolistan’dan çekilerek yalnız Şarkî Türkistan ve Çungarya’daki hâkimiyetle iktifa ettiler. 840-940 arasındaki bu devre Uygur devri diyoruz. Çünkü Dokuz Oğuz müttehidesinin başında zaten Uygurlar bulunuyordu. Şarkî Türkistan sahasında ise bir kısım medenî ve şehirli Uygurlar yaşıyordu. 840 vekayiinde Dokuz Oğuzlar bu sahaya çekildikten sonra tamamı ile Uygur adını aldılar ve burada parlak medenî hayatlarına devam ettiler. Bu müddet zarfında Kırgızlar Uygurlar’a tâbi değiller gibi görünüyor. Fakat hukuken iki ayrı devlet bulunması demek değildir. Çünkü Kırgız Kağanı Türkler tarafından müstakil hükümdar diye tanınmadığı gibi hukuken de Uygur Kağanına karşı âsi vaziyettedir ve zaten kendisinin siyasî hükmü de fazla yürümemiştir. 840-940 arasında Uygur Eline tâbi olmadan yaşayan bir kısım Garbî Türkler de dağınık boylar halinde yaşıyorlar ve ekseriya Abbasî imparatorluğuna tâbi bulunuyorlardı. Yani Türkler’in medeniyetçe en parlak, fakat siyasetçe ve askerlik bakımından en sönük zamanları olan bu devirde bile resmen Türk devleti olarak yalnız Türkistan’ın bir kısmına hâkim olan Uygur sülâlesi, bunun şimalinde âsi Kırgız hanı, garpta da dağınık Türk boyları (meselâ Türgişler) vardır.

Onuncu asrın ilk yarısında Türkler arasında yeni bir hareket başladı: İslâmlaşma. Bu hareket önce, Uygurlar’a tâbi olmadan yaşayan Batı Türkleri’nde başladı. Bunlar yeni ülkünün hızıyla bir anda kuvvetlendiler. Eski Türgiş hanları neslinden gelen Satuk Buğra Han’ın kumandasında Uygurlar’a yüklendiler. Onları devirerek Karahanlı sülâlesini kurdular. Uygurlar şarkta pek küçük iki üç beylik şeklinde 14. asra dek devam ettilerse de topraklarının büyük bir kısmını Karahanlılar’a kaptırdılar; ve Karahanlılar İslâmî bir renk altında eski Gök Türk Kağanlığını diriltmiş oldular. Karahanlı sülâlesi 940-1123 arasında hüküm sürdü. Bu sülâlenin hükümdarlarından Yığan Tegin Mahmut Han (1047-1049) daha hükümdar olmadan evvelki zamanlarında Selçuk hanedanı idaresindeki Oğuzları, Karahanlılar’ın siyasî rakipleri olan Gazneliler’e karşı kışkırttı. Selçüklüler’in ilk hükümdarı Tuğrul Bey önceleri Yığan Tegin’in emrinde idi. Tuğrul beyin 1040’ta Horasanda ayrıca istiklâli ve halefleri zamanında garpta yapılan fütuhatla Türkistan’daki Türk devletinden başka bir de Türkiye devleti vücuda gelmiş oldu (ki bu iki devlet bile tarihte bir iki defa birleştiler).

1123’te Karahıtaylar şarktan gelerek Karahanlı sülâlesini yerlerinde bırakmak şartıyla onları Vasal mevkiine indirip kendileri büyük Kağan (Gür Han) oldular. Karahıtay sülâlesi 1123-1207 arasında hüküm sürdü. Bunlardan sonra kısa bir zaman için Nayman (Sekiz) sülâlesi hâkim olmuşsa da onun yerine de Çingiz sülâlesi gelerek 1370’e kadar devam etmiştir. Daha sonra Aksak Temür sülâlesi hâkim olmuş, fakat bunlar ilk zamanlarında hükümdar olmaya cesaret edemedikleri için, Çingiz soyundan bir şehzadeyi han olarak daima bulundurmuşlardır. Aksak Temür sülâlesi (1370-1500)’nden sonra Türkistan’a Özbekler hâkim olmuş ve gitgide parçalanmak ve ufalanmak suretiyle günümüze kadar devam etmiştir.

Türkiye’ye gelince: Tuğrul Bey ve Alp Arslan’ın kurduğu bu ikinci Türk devleti üzerinde önce Selçüklüler hâkim olmuş, sonra İlhanlılar’a tâbi olmak suretiyle bir müddet için Türkistan ve Türkiye devletleri birleşmiştir. İlhanlılar’dan sonra memleket parçalanmış, 10 kadarı büyücek olmak üzere 40-50 parçaya ayrılmıştır. Bu 40-50 parçadan her birinin başında birer sülâle bulunmuştur. Fakat bunlar birer ayrı devlet değildir. Selçuklu ve İlhanlı sülâlelerinin hâkim olduğu devirlerde irsî valiliklerde bulunan ailelerin Selçuk ve İlhanlı hanedanları kalktıktan sonra mahallî hâkimiyetlerini muhafaza etmeleri tabiidir. Fakat bu ayrı devlet demek değildir ki…

Almanya’da da bazen 360 ailenin birden bulunduğu görülmüştür. Fakat hiçbir zaman bu aileler ayrı devletler sayılmamıştır. 1914’te Almanya 25 hükümetten mürekkep bulunuyordu. Fakat kimse Bavyera’nın veya Meklenburg’un müstakil devlet olduğunu düşünmüyordu. Hattâ Napolyon devrinde bu hükümetlerden bazıları Fransızlarla birleşerek meşru Almanya hanedanı olan Habsburglar’a karşı savaştıkları halde hiç kimse onların ayrı devletler olduğunu söylemiyordu. Almanya tarihine tatbik olunan bu kaide neden daha muntazam olan Türk tarihine tatbik olunmasın?

Osmanlılar Yıldırım zamanında Türkiye’nin siyasî birliğini kurduktan sonra Aksak Temür’le çarpışıp yenildiler. Yeniden sülâleler idaresine bölünen Türkiye (Rumeli müstesna) Aksak Temür devletine tâbi oldu. Hattâ İkinci Murat bile Aksak Temür devletine tabiiydi. Türkistan’dan ona ferman gelmişti. Sonra Osmanlı hanedanı tekrar Türkiye’nin birliğini kurdu; ve 1515’ten 1922’ye kadar Türkiye’ye hâkim kaldı. Daha sonra da Cumhuriyet kuruldu.

Şimdi: zannedersem yukarıdaki izahatımla Türk tarihinin plânını çizmiş oldum; ve siz de gördünüz ki anayurtta muhtelif devletler değil, bilâkis birbirini muntazam takip eden Saka, Kun, Siyenpi, Apar, Gök Türk, Basmıl, Dokuz Oğuz, Uygur, Karahanlı, Karahıtay, Nayman, Çingiz, Temür, Özbek sülâleleri, Türkiye’de de Selçuk, İlhanlı sülâleleri, sona ilk fetret devri, sonra Osmanlı sülâlesi, sonra Temür sülâlesi, sonra yine fetret, sonra ikinci defa Osmanlı sülâlesi ve nihayet Cumhuriyet vardır.

Bütün milletler de tarihlerini bu şekilde mütalaa ederler. Çin’de 20-30 imparator sülâlesi geçmiştir. Bazen Çin’de 5-6 küçük sülâle birden hâkim olmuştur. Fakat Çinliler onlara sülâle derler, devlet demezler. İngiltere’de, Almanya’da, Fransa’da da bu kadar sülâle geçmiştir. Fransa’da bazen kralların hiç nüfuzu kalmamış, irsi valiler mesabesinde olan kontlar, derebeyleri hâkim olmuşlardır. Fakat hiç kimse Fransa’nın birkaç devlete ayrıldığını söylememiştir. O halde neden biz de tarihimizi sistemlendirmek için aynı yolu tutmayalım? Cumhuriyet devrinde olduğumuzu sık sık söyler, dururuz. Halbuki tarihteki zihniyetimiz imparatorluk zamanından kalma sülâlecilik zihniyetidir. Yani geri bir zihniyettir. Siz bile cumhuriyetin bir mebusu olduğunuz halde hâlâ bu geri zihniyeti taşıyor ve yazınızda şöyle diyorsunuz:

“Şu kadarını çok iyi biliyorum ki yok olan Osmanlı imparatorluğundaki Osmanlı yapmacık milleti ile Türk Cumhuriyeti’ni kuran ve omuzlarında taşıyan Türk soyunun hiç bir bağlantısı yoktur. Gidişte, düşünüşte, duyuşta, yaşayışta ve en son iki işte.. ülküde ve kültürde yok olan Osmanlı ile orada da var olan, burada da var olan ve şayet batarsa dünya baştan başa batıncaya kadar var olacak olan Türk milletinin kurduğu bu devletin onunla bir yerde ne benzeyişi, ne bağlantısı vardır”. Öyle mi Şeref Bey? Demek ki Türkiye Cumhuriyeti’nin Osmanlı imparatorluğu ile hiç bir bağlantısı yok? Peki, öyleyse siz nereden çıktınız? Yaşınıza bakılırsa Sultan Reşat’a da, Abdülhamit’e de hizmet ettiğiniz pek açık olarak meydana çıkıyor. Doğru söyleyin Şeref Bey. Abdülhamit devrinde, velev ki korku saikasıyla olsun, hiç “padişahım çok yaşa!” diye bağırmadınız mı?

Şeref Bey! Bu kadar hafif cümleleri sizin ağır başlılığınıza yaraştıramıyorum. Osmanlılık ile Türkiye Cumhuriyeti’nin hiç bir bağlantısı yoktur diye en büyük bir hakikati inkâr ederken hangi maksada saplanıyorsunuz? Korkmayın: Türkiye Cumhuriyeti’nin anası Osmanlı İmparatorluğu’dur demek vatan hainliği veya inkılâp düşmanlığı değildir. Sizden, böyle yaşınıza yaraşmayacak şekilde çocukça inkılâpçılık beklenmez. Osmanlı İmparatorluğu’nun Türkiye Cumhuriyeti ile hiç bir bağı yoksa cumhuriyeti gökten inenler mi kurdu? Yoksa Osmanlı İmparatorluğu’nu yaratanlar Hotanto’lar mı idi?

Türkiye Cumhuriyetinin başı ve kurucusu olan Gazi bile imparatorluğun bir generali değil miydi?

Şeref Bey! Bugün Türkiye’de herkes anadan doğma cumhuriyetçidir amma 1923’e kadar başta siz olmak üzere herhalde kimsenin aklından cumhuriyet kurmak fikri geçmiyordu. Fakat bugün cumhuriyetçilik aşkıyla herkes bütün maziyi baltalıyor. Ve işin garibi de bir yandan da millî tarihçilik dolayısıyla mazi mühimseniyor. Peki, bu tezat nedir? Siz ve sizin gibiler bir yandan “yaşasın şanlı ecdadımız Hititler!” diye bağırıyorlar, bir yandan da “Osmanlılarla alâkamız yoktur” diye haykırıyorlar.

Dikkat etin Şeref Bey: Cumhuriyete olan aşkınız Mecnunun Leylâ’ya olan aşkına benzemesin! Şimdi gelelim dört ciltlik tarihe:

Bu kitabın Türkler’e ait kısmı baştan başa yanlışlarla doludur. Bir kere deminden beri söylediğim gibi usule ait kısmı, yani sülâle-devlet meselesi fahiş bir hatâdır. Haydi diyelim ki tarih cemiyeti azaları ne de olsa tarihte yenilik yapacak âlimler olmadıkları için bu hatâyı yaptılar. Ya herkesin bildiği şeyler hakkındaki yanlışlara ne dersiniz? Orhun’un birinci ve üçüncü sayısında birkaç yanlışa işaret etmiştim. Burada da birkaç yanlış daha gösterebilirim. Meselâ:

I-İsmi haslarda birçok yanlışlar var: Orhon, Selenga, Kara Hata, Basmil, Bumin, Moço, Tekin, Cengiz, Timur, Hun, Kuşhan, Türkeş, Selçuk kelimeleri yanlıştır. Bunların doğrusu: Orhun, Selenge, Kara Hıtay, Basmıl, Bumın, Meç’uo, Tigin, Çingiz, Temür, Kun, Kuşan, Türgiş, Selçuk’tur. Bu yanlışları yapmak o tarihi yazanlar arasında ne Orhun âbidelerini okuyan, ne de Türk dilinin kaidelerini bilen bir tek kişi bulunmadığını gösterir. Bu yanlışları düzelttim diye beni Türkeli’nin muhterem bilginlerine saygısızlık etmekle itham ediyorsunuz. Hangi “bilgin”ler Şeref Bey? O kitabı yazanlar bilgin olsalardı bu fahiş hatâları yaparlar mıydı? ve nihayet ben bir kitabı tenkit ederken bu yanlışları yapan insanlara “aynı keramet buyurdunuz efendim!” diyemezdim ya!

II- Mete’nin Siyenpiler’le çarpışması (I, 65) hakkındaki satırlar da cehaletin şaheseridir. Çünkü Siyenpiler Mete’nin ölümünden 1-2 asır sonra tarihte gözükmüşlerdir. Mete’yi Siyenpiler’le çarpıştırmak Selçüklüler’i Aksak Temür’le veya Muhammet peygamberi Karahanlılar’la çarpıştırmak kadar gülünçtür. Şeref Bey! Bana verdiğiniz cevapta kırk yıldır Türk tarihiyle uğraştığınızı söylüyorsunuz. Şüphesiz ki kırk yıldır uğraştığınız bu mevzuda ilminiz, ihtisasınız pek yüksek bir dereceye varmıştır. O halde lütfen bana izah eder misiniz ki bu fahiş hatâyı kimler yapar?

Her halde buna mürettip yanlışı diyip işi zavallı mürettibin omzuna yükletemezsiniz. O halde acaba, bunu nasıl tevil edebilirsiniz? Bana öyle geliyor ki şu tarih bilginleri kırk yıl düşünseler ve kırk tarih kongresi daha yapsalar bu okkalı yanlışı düzeltemezler. Bunu düzeltmek için bir tek çıkar yol vardır. O da benim haklı olduğumu ve kendi cehaletlerini itiraf etmektir.

III- Orhun harfleri listesinde “ny” mürekkep harfi “i” olarak ve “e” harfi de “b” olarak gösterilmiştir. Halbuki Prof. Thomsen daha 1918’de çıkan bir makalesinde bu harfin “b” değil “e” olduğunu ispat etmişti. 1918’de ortaya atılan bir hakikatten hâlâ haberi olmayan bir heyet âlimdir, öyle mi Şeref Bey?

IV- Birinci cildin 45. sayfasındaki Orhun harfleriyle yazılan “Tanrı Türkü yaşatsın” cümlesinde dört tane imlâ yanlışı vardır.

V- Bu kitapta uydurma tahrifat da var. Meselâ ilk cildin 46. sayfasında “Orhun kitabelerine göre Kutluk Hanın ölümünden sonra oğullarının velisi anaları Bilge Hatun olmuştur” deniliyor. Bir kere Kutluğ Kağanın karısı Bilge Hatun değil İlbilge Katun’dur. Sonra da Orhun âbidelerinde kafiyen böyle bir malûmat yoktur. Hem tarih cemiyeti azalarının Orhun âbidelerinden haberleri var mı ki böyle olup olmadığını bilsinler. Orhun âbidelerinden haberi olanlar o arada geçen ismi haslardan hiç olmazsa bir tanesini doğru yazarlardı. Her halde bu malûmatı içlerinden birisi kulaktan kapma duymuş olacak.

VI- Bu kitapta, Hun devletinin birinci asırda inkıraz bulduğu yazılıyor (I, 64). Halbuki Kun devleti üçüncü asırda inkıraz bulmuştur. Görülüyor ki tarih cemiyeti azaları için bir iki asırlık fark ehemmiyetsiz bir şey sayılıyor.

VII- Kitapta garip tezatlar da var: bir yerde (I, 48) Türklerin devlet teşkilâtında kuvvetli bir merkeziyet olduğu söylendiği halde, başka bir yerde (II, 50) Türk teşkilâtının merkeziyetçi olmayıp feodal olduğu zikrolunuyor. Demek ki şimdi biri çıkıp da tarih cemiyeti azalarına hangisi doğrudur dese bocalayacaklar. Kendilerine yardım olmak üzere şu kadarını söyleyeyim ki Cumhuriyetten önceki bütün Türk sülâleleri (Osmanlılar da dahil olduğu halde) ademi merkeziyetçidir.

VIII- Kitapta bol keseden avam iştikakçılığı da var. Bunlar her halde Türk dili bilgini sabık komünist ve şimdiki şoven nasyonalist Giritli Ahmet Cevat Beyin nazarı dikkatini celb etmemiş olacak. İlk cildin 179. sayfasındaki listeye göre meselâ acemler kendi dillerinde ağaç mânâsına gelen “Draht” sözünü bizim “direk”ten almışlar. Keza bizim “Akkor” kelimelerimizi alarak kor mânâsında “Ahker” yapmışlar. Bu gülünç iştikaklara insan gülmek mi, ağlamak mı lâzım geleceğini kestiremiyor. Çünkü iki dili mukayese etmek için ikisini de mükemmelen bilmek icap ettiği halde farisîdeki ahger kelimesini ahker okuyacak kadar Acemce’den ve Türkçe ses mânâsına gelen “kü” yü gû okuyacak kadar da Türkçe’den behresiz olan bu tarihçilerin nasıl olup da bu kadar yüksekten atıp tuttuklarına insan şaşıyor. Bu kitaba göre Acemce’de “söyle” demek olan “gû”, Türkçe “ses” demek olan “gû” dan geliyormuş. Eski harflerle yazıldıkları zaman ahker ve gû gibi de okunabilen acemce ahger ve Türkçe kü kelimelerini doğru dürüst okuyamayan bu heyet azaları bilgin oluyor da, bunları tenkit etmek de inkılâba muhalefet oluyor, öyle mi Şeref Bey? Bu iş böyle avam iştikakçılığı ile yürüyecek olduktan sonra “Amazon”un “amma uzun”dan, “Niyagara”nın “ne yaygara”dan, “Petepones”in, “bir pul etmez”den, “Korsika”nın “kuru sıkı”dan geldiğin: söyleyip bu avam iştikakçılığı ile alay edenlerin de günün birinde dil bilgini olmaları uzak bir ihtimal değildir.

IX- Türkçe’de millet mânâsına gelen “budun” sözü iki yerde (I, 47) büdün yazılmıştır. Bundan da anlaşılıyor ki cemiyet azaları eski harflere göre budun de okunabileceği için öyle sanıvermişlerdir. (mürettip yanlışı olduğu ileri sürülemez. Çünkü bilginlerin yazdığı bir kitapta hem mürettip yanlışı olması da ayıp, hem de aynı sayfada iki yerde üst üste büdün diye geçtiği için bu ihtimal varit değildir.)

X- Kitap millî bir fikirle yazılmış olduğu halde Gök Türkler’den daima Tukyu diye bahsolunuyor. Halbuki bu Çinlilerin Türklere verdiği bir addır; ve Tukyu şekli de doğru değildir. Bunun transkripsiyonu Tu-kiüe’dir.

XI- Kutluğ’dan sonra tahta geçen Türk Kağanı M**o diye zikrolunuyor. Bu Kağanın Çince adı Meç’uo, Türkçe adı da Kapağan Kağandır. Moço adının nereden çıktığını öğrenmek benim için pek meraklı bir şey olurdu. Tarih cemiyeti azaları Bilge Tonyukuk âbidesi denilen bir nesneden haberli olsalardı millî bir duyguyla yazılan bir kitaba Moço gibi Çincede bile olmayan uydurma bir ad değil, Kapağan adını koyarlardı.

XII- Bu kitapta (II, 53) Orhun harflerinin yukardan aşağı ve sağdan sola yazıldığı hakkındaki ifade de yanlıştır. Gök Türk harfleri yukardan aşağıya olmak üzere sağdan sola da, soldan sağa da yazılır. Hattâ bazen ufkî olarak da yazılmıştır.

XIII- Türklerde rütbe ve unvan olan şad, bu kitapta sal yazılmıştır. Bugünkü Türkçe’de sözlerin sonu d ile bitmese de Orhun Türkçe’sinde böyle bir şey yoktur. Şad, bod kelimeleri d ile biter.

XIV- Yuğ, kitapta yazıldığı gibi (II, 50) gömme merasimi değil, matem merasimidir. Bu ikisi arasında büyük fark vardır.

XV- Hiç bir zaman müstakil devlet kurmamış olan Türgiş ve Karluklar’dan müstakil devlet gibi bahsolunduğu halde 745-840 arasında Orta Asya’yı idare eden ve Çini altüst edip 52.000.000 nüfusunu 16.000.000’a indiren, Moyunçur gibi cidden büyük kağanlar yetiştiren Dokuz Oğuz devrinden hemen hiç bahsolunmamıştır. Anlaşılıyor ki tarih cemiyeti azaları Hüseyin Cahit Bey tarafından tercüme olunan Deguignes tarihini de bilmiyorlar. Bu kitabın üçüncü cildinde Dokuz Oğuzlara dair malûmat olduğunu bilselerdi Dokuz Oğuz devri gibi cidden mühim bir devri bu kadar ihmal etmezlerdi.

Velhasıl bu kitabın yanlışları saymakla tükenir gibi olmadığı için birer birer saymaktan vazgeçiyorum. Şeref Bey! Bu gösterdiğim yanlışlar haklı ise bunda memleket hesabına kâr mı vardır, zarar mı? Cumhuriyet, yurttaş yetiştirmeyi herkesin eline bırakamaz diyorsunuz. Evet doğru, bırakmamalıdır. Fakat cumhuriyet, tarih yazmayı herkesin eline bırakmalı mıdır? Vekâletin kitabını tenkit ettim diye vekâlet emrine alındım. Peki, bu fahiş hatalı kitabı yazanlar ne emrine alınsınlar?

Eğer benim tenkidim olmasaydı kimse bu yanlışların farkına varmayacaktı, yahut da herkes bile bile eyvallah diyecekti. Çünkü en küçük tenkit karşısında göreceği karşılığın vekâlet emrine alınmak olduğunu bilen herkes bunu gözüne kestiremez. Eğer benim bu tenkitlerimden sonra da kitabın bu yanlışları düzeltilmezse tarih cemiyetinin, ilminden sarfınazar, çünkü onun olmadığı artık gün gibi aydın oldu, fakat herkes hüsnüniyetinden de şüpheye düşecektir.

Millet yolunda sakal ağartmış insanlara ulu orta söz söylemeyi suç sayıyorsunuz. Eğer ben de ulu orta söz söyleseydim hakikaten suç olurdu. Fakat ben bir millî kültür meselesini mevzubahis ettiğim için tabiatıyla o zevatı tenkit ettim. Hem de millet yolunda sakal ağartmak tenkitten münezzeh olmak değildir. Evvelce de söylediğim gibi ben kanunun bana verdiği salâhiyetler dahilinde büyük küçük herkesi ve her şeyi tenkit edebilirim. Edirne mebusu Şeref Bey! Bizim vekillerimiz olan sizlerin yaptığınız teşkilâtı esasiye kanunu mucibince her Türk hür doğar, hür yaşar; vicdan, tefekkür, kelâm, neşir hakları Türkler’in tabiî haklarındandır. Ben de Türk olduğum için bu haklarımdan bazılarını kullandım. Bunun inkılâpla, inkılâba muhalefetle alâkası yoktur. İnkılâba ve Türk kanunlarına muhalefet edersem memleketin polisi, müddeiumumisi, mahkemesi vazifesini görür; başkaca gürültüye lüzum yoktur. Sizin bahsettiğiniz inkılâba hürmeti ben de sadece yaşasın inkılâp diye bağırmaktan ve hükümetin her icraatını alkışlamaktan ibaret sanmıyorum. Benim bir millî mesele hakkında fikir yürütmemi ulu orta söylenmek farz eden siz, artık ununuzu elediniz, eleğinizi astınız. Yarın savaş olunca sınıra ben koşacağım, siz değil! Onun için yurt işlerinde kanunen olmasa bile, vicdanen ve mantıken benim sizden artık rey sahibi olmam iktiza eder.

Size bir de tavsiyem var! her şeyde, her münakaşada, her meselede kendi şahsiyetinize Gazi’nin heybetini siper etmeyiniz! İkimizin arasındaki bir münakaşaya derhal Gazi’yi karıştırmak hem doğru değildir, hem de yakışık almaz. Fazla olarak da sizin kendi hak ve kuvvetinize güvenemediğinizi gösterir.

Share
Published by
Hüseyin Nihal Atsız