Dil Meselesi
Kültürümüzün yılan hikâyelerinden biri de dil meselesidir. Eskiden zaman zaman alevlenen dil münakaşaları şimdi bir Dil Kurumunun devamlı faaliyeti dolayısıyla daimi bir münakaşa mevzuu olmuştur. Her halde, fikirlerin dil meselesinde olduğu kadar dağınık bulunduğu saha pek azdır. Dil ve ona bağlı imlâ işlerindeki kargaşalık acıklıdır. Mazbut imlâsı, edebî dili ve ıstılahları olmayan bir millet medenî olduğunu iddia edemez. Bu işleri ele alacak makam ciddiyetle hareket eder ve gevşeklik göstermezse bu acıklı durumdan kurtulmuş oluruz.
Bana bu yazıyı yazdıran sebep “Çığır” dergisinin 112’inci sayısındaki bir makale oldu. Şair Faik Ali Ozansoy’un “Dil hakkında bir kaç perişan söz” başlıklı yazısını münakaşa mevzusu yapacak değerde bulduğum bu satırları yazıyorum. Eski dille âdeta Abdülhak Hâmidvari şiirler yazacak kadar şiir kudreti gösteren Faik Âli beyi ben birinci Dil Kurultayında tanımıştım. Birçoklarını samimî fikirlerini söylemekten çekindikleri o Kurultayda Faik Âli bey, umumî havaya aykırı olan fikirlerini cesaret ve asabiyetle söylemişti. Gerçi fikirlerinin hiçbirisine iştirak etmemiştim. Fakat bugün eski dil dediğimiz dille güzel şiirler yazmış, eski dilin dehasını bizden daha iyi kavranmış bir şair için dildeki yenilik cereyanına karşı durmaktaki mânevi zarureti de anlamıştım, işte şimdi bu yazımla fikirlerine itiraz edeceğim şair, medenî cesaretine hayranlık duyduğum bir Türk edibi olduğu için mazur görmesini dileyerek söze başlayacağım.
Faik Ali bey, yabancı kökten gelmiş birçok kelimeleri Türkçe sayıyor ve iddiasını kuvvetlendirmek için de o yabancı kelimelere benzeyen Türkçe kelimeleri sıralıyor. Meselâ “sinir” Türkçe olunca buna benzeyen “fikir” ve “şiir” de Türkçe’dir. Keza Türkçe’deki “çevre”ye benzeyen “devre” ve yine Türkçe’deki “is” ve “sis’e benzeyen “his” de Türkçe’dir.
Bu fikrin doğru olmadığı meydandadır, Türkler ela gözlüdür, diye diğer elâ gözlü milletlerin de Türk olması nasıl icap etmiyorsa bir takım kelimeler de Türk fonetiğine uygun oldukları için öylece Türk kelimesi sayılmazlar. Faik Ali bey birinci Dil Kurultayında “menşeleri ne olursa olsun mânâlarını bugün âlim, cahil herkesin idrak ve daima istimal ettiği kelimeler bugün artık öz Türkçe kadar kendi malımız, kendi servetimizdir” dememiş miydi? O halde sayın şairden soralım: “Fikir” kelimesini cahil Türkler’in hepsi bilir mi? Bilmez… Demek ki Faik Ali beyin kendi koyduğu prensibe göre fikir kelimesini Türkçe saymaya imkân yoktur. “Şiir” kelimesi ise hiçbir zaman Türkçe olamaz. Çünkü Faik Ali bey de pek iyi bilir ki Türkçe’de iki tane sesli harf yan yana gelmez. “His” kelimesine gelince; bu kelime dilimizdeki bozguncu beşinci kol mensuplarından biridir. İlk bakışta yapısı Türkçe’ye benzediği halde bazen da yabancılığını ve bozgunculuğunu açığa vurmaktadır. Bu kelimeyi harekeleyiniz. Yani “mefûlünbih mefülünileyh veya müzafünileyh haline getiriniz, “hissî”, “hisse”, “hissin” şekillerini alır. Görülüyor ki kelimenin yapısına birer fazla “s” harfi gelmektedir. Halbuki Türkçe “is” ve “sis” kelimelerinde bu yoktur. Bunlar harekelendiği zaman “isi, ise. isin, sisi, sise, sisin” şekillerini alırlar. Demek ki “his” kelimesi bazen Türkçe’ye benzediği halde bazen da Arap damarı tutunca dilimizin kaidelerini bozmaktan çekinmiyor. Bunun gibi Arapça’dan gelme “hak”, “sır”, “şer”, “zan” kelimeleri de ara sıra şeddelenmekte ve şedde yalnız Arapça’ya yakıştığı için de dilimizde yabancı karakterlerini saklamaktadır. Bunların yanında her bakımdan Türkçe’nin kanunlarına uyanlar da vardır. Fakat yabancı kelimeler hakkında “tenkil kanunu” çıkarken bunlardan bazılarına iltimas yapmak doğru değildir. İltimas ne de olsa gayri ahlâki bir harekettir.
Ben her dilin başka dillerden kelime alarak zenginleştiği hakkındaki düşünceye iştirak etmiyorum. Yabancı göçmenler nasıl bir milletin nüfusunu çoğaltmazsa yabancı sözler de dili zenginleştirmez. Nasıl, yabancıların bir takım Türkler’le karışarak Türkleştiği halde bir takımı da yabancı olarak kalmışsa yabancı sözlerin de birazı Türkleşebilir. Fakat çoğu Türk dili üzerinde yara olarak kalır ve nitekim kalmıştır. Memleketimizde bazı sahalar için yabancı mütehassıslar getirirsek bundan belki istifade ederiz. Fakat memleketin her sahasını mütehassıslarla doldurursak bunun sonu nereye varır? Bir örnekle göstermek icap ederse mübalâğaya kalmadan diyebiliriz ki Türkçe’nin bugünkü durumu; kiralı, nazırları, kumandanları, valileri, doktorları, mühendisleri, öğretmenleri hep yabancı milletlerden alınmış bir devletin sonunun nereye varacağı bellidir. Türkçe de bugünkü haliyle kalırsa hiçbir zaman gelişemeyecek, geri bir dil olarak kaldığı için de Türk milletinin ilerlemesi ne engel olacaktır. Çünkü dili geri olan bir millet başka sahalarda ileri olamaz.
Türk ırkının, dilini saklamak ve korumak kabiliyeti esasen pek yüksektir. Meselâ Batı Türkistan’ın şimalînde yaşayan Kazak Türkleri yarı göçebe halinde dört beş milyon kişi oldukları halde çok millî bir dilleri vardır. Kazaklar gayet sessiz, normal insanlar oldukları için fazla münakaşa etmezler. Kazaklığa, Kazak diline aykırı bir şey uydurmak hiç birinin aklına gelmez. Yeni yeni aldıkları ilimlerin ıstılahları hep Kazakçadır. Dillerine yabancı bir kelimenin girmesine imkân yoktur. Girer ama Kazaklaşmak şartıyla girer. Meselâ Kazaklar Müslüman oldukları için peygamberin adını çok kullanırlar. Fakat onlarda “Muhammed” yahut bizde olduğu gibi “Mehmet” adını boşuna aramayınız. Muhammed, Kazağın dilinde “Membet” olmuştur. “Ebülhayır” ve “Cihangir” isimleri “Abılay” ve “Çangır” olmuştur. Hele ‘Seyit Ahmet’i dünyada tanıyamazsınız. Çünkü “Saydak” şekline girmiştir. Artık bu Abılayların, Membetlerin, Cangırların Saydakların Kazakça olmadığını iddia etmek kimsenin aklından geçmez değil mi? Hattâ Kazaklar “Allah”ı bile “Alda” yapmışlardır. Çünkü Kazak ağzında yan yana gelen iki “L” den ikincisi “d” olur. “H” harfi ise hiç yoktur. Bunun için de “Allah” “Alda” olacaktır. Hiçbir Kazak münevveri bu kelimelerin aslında nasılsa yine öyle söylenmesini teklif etmez. Hattâ Kazaklar bu hususta daha ileri gitmişlerdir. Yabancı has isimleri bile Kazaklaştırmışlardır. Meselâ Almanca’dan tercüme olunmuş bir kitabın üstündeki “Müldür” adının hangi Almana ait olduğu Almanya’da aransa, hatta “Müldür”ü bulana para mükâfatı ve tonluk payesi vaat olunsa acaba bu şahıs bulunabilir mi? Sanırım ki bulunamaz. Çünkü bu “Müldür” Almanlarda pek çok kullanılan “Müller” adının Kazaklaştırılmış şeklidir ki Kazak fonetik kanunlarına uymak için bu hale girmek mecburiyetinde kalmıştır.
Kazaklar böyle yapıyorlar diye onları kabalık ve gerilikle itham etmeğe hakkımız yoktur. Kazaklar bu karakterleri sayesinde en güç şartlar altında bile Türklüklerini saklayabilmişlerdir. Kazaklar müstakil olsalardı her halde ilerileri en parlak bir halk olurlardı. Her şeyi kendi kanunlarına uyduran, başkasına hiç aldırış etmeyen, yalnız kendi türesi içinde yaşayan bir millet elbette yükselir ve başkalarını yutar.
Biz Türkiye Türkleri ise, maalesef, münevverlerimizin yanlış görüşü ve telâkkisi dolayısı ile bu üstünlük vasfımızı kaybetmişizdir. Bizim münevverlerimiz asırlardan beri yabancı kelimelere saygı göstermekle vakit geçirdikleri için dilimize giren bunca kelime yabancı göçmen gibi kalmış ve Türkçe’yi kemirip sömürmüştür.
Sayın Faik Ali bey bile doğrusu “tecribe” olan kelimeyi “tecrübe” diye söylememizi “fahiş ve çirkin bir yanlış” telakki ediyor. Muhterem şair dilleri zamanın inkişaf ettirip tasfiye ettiğini söylediği halde zamanla “tecribe”nin “tecrübe” olacağını kabul etmiyor. Her halde bunun sebebi Arap diline karşı duyduğu saygı olacaktır. Şimdi ben de çıkıp kendisine desem ki “kardeş” demek fahiş ve çirkin bir yanlıştır. Çünkü bunun aslı “karındaş”tır. Hele “elma” demek dile sayısızlıktır. Çünkü Türkçe’nin sesli harfler kanununa uymaz, bunun aslı “alma” daha eski şekli de “almıla”dır. Bundan sonra böyle diyelim mi acaba Faik Ali bey bana hak verir mi? O Arapça kelimelerin hukukunu müdafaa ederken ben de Türkçe kelimelerin hakkını korursam haksızlık mı ederim? İşte, sayın şairin en çok itiraz ettiğim fikri budur.
“Tecrübe”nin aslı “tecribe” imiş. Ne çıkar? İnsanın da aslı maymunmuş. Bunun için insanlara maymun mu diyelim? Değiştirilmemesi bu kadar asabiyetle müdafaa olunan şeyler ancak mukaddesattır. Üstüne titreyeceğimiz çok mukaddesatımız var. Bunların yanında birkaç Arapça sözün lâfı mı olur?
Bununla beraber sayın şair Faik Ali’den ayrıldığım nokta bir takım kelimelerin Türkçe sayılıp sayılamayacağı meselesi değildir. Biz birbirimizden pek derin görüş ayrılığı, daha doğrusu hareket noktası ayrılığı ile ayrıyız. Mesele basit birkaç kelime meselesi değildir. Mesele bir milletin kendine olan inancı veya başkalarının kendinden üstünlüğünü kabul meselesidir. Kendimize güvenimiz varsa, üstün olduğumuzu kabul ediyorsak dilimiz Türkleşecektir. Başkaları bizden üstün diye düşünüyorsak dilimiz yavaş yavaş Türklüğünü kaybedecektir. Dilimiz nasıl Türkleşir diye sormayınız. Bu dil insan iradesiyle Türkleşecektir. Bir dile insan iradesiyle kelime sokmak kabil değildir, düşüncesi tamamıyla yanlıştır. Bu dil vaktiyle münevverlerin iradesiyle nasıl Türklüğünü kaybederek melez bir hale geldiyse yine münevverleri iradesiyle benliğini bulacaktır. Arapça’dan Acemce’den giren kelimelerin vaktiyle Türkçe’de karşılığı yok mu idi? Hemen hepsinin karşılığı vardı. Fakat Arapça ve Acemce’lerini kullandıkları için bu Türkçe sözler unutuldu. Evvelce aleyhimize cereyan etmiş olan bir dil vetiresi bugün neden lehimize cereyan etmesin? Biz inançla ve samimiyetle istersek bu iş olacak, hem de pek çabuk olacaktır.
Sayın Faik Âli beyden beni uydurma sözlere taraftar sanmamasını rica ederim. İlmî yolda yürünmesini ve işin dil bilginlerine bırakılmasını isterim. Bazılarının iddia ettikleri gibi dilimizin Türkleşmesi işinin sanatkârlara bırakılmasında doğru bulmam. Bir sanatkâr dile nihayet iki üç kelime sokabilir. Halbuki bu dava iki üç kelimelik dâva değildir. Sonra, dile kelime sokacak sanatkârlarda milli kültür ve milli imanın aynı zamanda mevcut olması lâzımdır. Hani öyle sanatkâr? Millî destanları, Orhun yazıtlarını, Kaşgarlı Mahmut’un kitabını, Dede Korkut’u, Türk tarihini âdeta ezbere bilen, onlardaki ruhu kendi ruhunda sindirmiş sanatkârlar nerede? Bunlar tabiî bir gün yetişecektir. Fakat onlar yetişinceye kadar ilim gözüyle dil işinin tasfiyesine girişilse fena mı olur?
Bana öyle geliyor ki birçokları gibi sayın Faik Ali beyin itirazları da fikri olmaktan ziyade hissî bir kaynağa dayanıyor. Yani değerli şair, alıştığı, güzel mahsuller verdiği eski dili bırakarak yeni bir dile alışmaktaki güçlüğü takdir ettiği için bir muhafazakârlık duygusuyla hareket ediyor. Bir de, yeni dil ortaya çıkınca kendisinin şair Faik Ali değil, Türk edebiyatına hiçbir şey vermemiş bir Faik Ali oluvermesinden çekiniyor. Muhterem şair bu korkusunda haksızdır. Çünkü dil ne kadar Türkleşirse Türkleşsin eski edebiyat yine bizim öz edebiyatımızdır ve Faik Ali de orada kazanmış olduğu yeri asla kaybetmeyecektir.