Amerika’da iki diplomatımızın bir Ermeni tarafından öldürülmesi, bizi ister istemez geçmişe ve bu geçmişin verdiği derslere götürdü. Türk’ler, Anadolu’yu açarken karşılarında Hıristiyan millet olarak Rum, Ermeni ve Gürcüleri; Müslüman millet olarak da Araplar ile Kürtleri bulmuşlar, hepsini yenerek bugünkü Türkiye sınırlarına çok benzeyen çizgilerin içindeki devlette, eskiden beri âdetleri olan düzeni kurarak, tebaalarını ikinci sınıf görmekle birlikte, adaleti eksiksiz, gediksiz uygulamışlardır. Bu adalet ve askerlik yapmayarak yalnız ticaret ve zanaatla uğraşmanın doğurduğu zenginliğin tesiriyle, özellikle Ermeniler, Türk’lere çok yakınlaşmış, Türk kültürünü benimsemiş, birçok bölgelerde, Türkçe’yi anadil diye kabullenmiş ve devlete sadakat göstererek karşılığını da almışlardı. Osmanlı çağında Ermeni bakanlar bile vardı. Halbuki sayıları gayet azdı. Yanılmıyorsam, vakanüvis Enverî’nin tarihinde, Türkiye’deki Ermenilerin sayısını 300.000 olarak gösterilir ve Ermeni patriğinin devlete başvurması üzerine katolik papazlarının propaganda ile Ermenileri millî mezhepleri olan gregoryenlikten katolikliğe çevirme gayretlerini önlemek için tedbirler alındığı kaydedilir.

Ermenilerin 300.000 olduğu tarih, yaklaşık olarak 1779-1780 yıllarıdır. 1914’te Birinci Cihan Savaşı başlarken bunların 1.500.000 kişiye yaklaşmış olmaları ne kadar hızla çoğaldıklarını gösterir. Bu çoğalış hem refahtan, hem de Ermenilerin askere alınmayışından ileri geliyordu. Bilindiği üzere, İmparatorluğun kan ve can vergisini yalnız Türk ırkı veriyordu.

XX. Yüzyıl’ın başında Ermeniler, Türkiye’de zenginlik bakımından çok iyi durumda oldukları gibi, birçok zanaatları da inhisarlarına almışlardı. Sarraflıkla Türk’leri soyuyorlar, kendi çocuklarını öğrenim için batı ülkelerine gönderiyorlar, bu çocuklar orada Türklük düşmanı fikirlerle aşılanıyorlardı. Bundan başka İstanbul’daki Amerikan Koleji de, Müslüman ve Hıristiyan azınlıklarına mensup çocuklardan Türk düşmanı yetiştirmede büyük başarı gösteriyordu.

Dışardan da tesirler yapılıyordu. Ermenileri alet olarak kullanmak isteyen Rusya ile Osmanlı İmparatorluğunu kendi imparatorluğu için tehlike gören İngiliz İmparatorluğu ve haçlı seferlerinden beri Türk düşmanlığını beyninden ve gönlünden bir türlü silemeyen Fransa’nın telkin ve propagandaları, yemişini vermekte gecikmedi. Anadillerini unutup Türkçe konuşan Ermenilere Ermenice öğretildiği gibi, devlet aleyhindeki gizli teşkilâtları ile de Türkiye’nin doğusunda büyük bir Ermenistan kurmak hülyasıyla faaliyetlere geçildi. Bundan sonrası malûmdur.

Birinci Cihan Savaşı’nın başında, Sarıkamış faciasındaki 60.000 kişilik bir Türk ordusu soğuktan mahvolduktan sonra, Ruslar, Erzurum’a doğru ilerlerken, hazırlıklı bulunan Ermeniler de her yerde harekete geçtiler. İkmal teşkilâtı bozuk olan Türk Ordusunu geriden vurarak, çekilişi bozguna çevirmek istediler. Aynı zamanda köy ve kasabalardaki Türk’leri kadın, çocuk demeden öldürerek, müthiş bir Türk kırgını yaptılar. Şüphesiz, hâkim millet olan Türk’lerin tepkisi de çok sert oldu. Doğu Türkiye’de Ermeni diye bir şey kalmadı. Bir kısmı Türklerce yok edildi. Bir kısmı Suriye’ye, Marsilya’ya ve Amerika’ya gidip yerleşti. Bunların artık, Türkiye’ye dönmek ihtimalleri kalmamıştır. İstanbul’da kalanlar da yavaş yavaş Türkiye’den göçerek Fransa ve Amerika’da vatan tutmaktadırlar.

Burada, iki milletin birbirini öldürmesi düşünülür ve bunun muhasebesi yapılırken, tabiî ilk akla gelen soru kimin haklı, kimin haksız olduğu konusudur. Savaşta bulunan hiçbir devlet, düşmanla birleşen kendi tebaasına karşı yumuşak davranmaz. Bunda haklıdır.

Ermeniler, hâlâ Amerika, Fransa ve Lübnan’da Türkiye aleyhinde yoğun bir propaganda faaliyetinde bulunur ve büyük Ermenistan hülyası ardında koşarken, bizim de milletçe uyanık bulunmamız, Ermeni’nin, artık ebedî düşman olduğunu kabul ve teslim etmemiz gerekir. “Maziyi unutalım, kardeş olalım!!” demekle hiçbir mesele çözülmez; hiçbir düşmanlık giderilmez. Düşmanı dost sanmak kadar tehlikeli yanlış yoktur.

Türk’ler aleyhindeki Ermeni yayınları durmadan çoğalıyor ve tabiî Batı’nın kamuoyunda tesirli oluyor. NATO ve Avrupa birliklerine üye olduğumuz bir sırada da bu kamuoyu, millî çıkarlar bakımından mühim faktördür. Bunlara karşı Türk hükümetinden de, belgelere dayanan resmî bir kitap çıkarması beklenirken, şimdiye kadar hiçbir şey yapılmamıştır.

Aradan 50-60 yıl geçtiği halde Ermenilerin Türk düşmanlıklarında hiçbir değişiklik olmadığını görmek, insana, ittihatçıların gayet sakat “İttihat-ı anâsır” politikasını ve onun bugünkü taklitlerini hazırlatıyor.

İttihat-ı anâsır, tarih öncesi çağlarında dünyanın türlü yerlerinde olmuş ve mesele onunla kapanmıştır. Zamanımızda hayal bile değil de bir ‘hezeyân-ı mürteiş’tir. Belçika’daki Flaman-Valon kavgası Avrupa’dan bir örnek olduğu gibi, Pakistan’da ayrı bir millet olan Bengalliler’in ayrılmasından sonra şimdi de Bülüç ve Patan’ların aynı dâvaya düşmesi, sırf din birliği üzerine kurulan bir devletin de yaşayamayacağının kesin örneğidir.

Düşmanlık, beşerî duygulardan biridir ve insanlığın sonuna kadar kalacaktır. Onu yok saymak, başını kuma gömmekten ve tasavvuf cezbesiyle kobra yılanını kucağına almaktan farksızdır.

Share
Published by
Hüseyin Nihal Atsız