Türkiye’nin, öyle ikide bir değişmeyecek olan anayasası “Kurucular Meclisi” tarafından hazırlanırken hakim duygu ve düşünce Türklük ve ilim olmalıdır. Kurucular Meclisi, başka milletlerin kanunlarını Türkçe’ye çevirerek Türk kanunu hazırlamak işinin gülünç bir fantezi olacağını idrak etmelidir. Örf ve ihtiyaçtan doğan kanunlar millî olması için Türk gelenek, tarih, ahlâk ve âdetlerinin ana kaynaklar olarak sayılması gibi temel bir düşünceyi önceden kabul edecektir.
Anayasa hazırlanırken bilgin tarihçilere başvurularak eski zamanlardaki Türk anayasaları incelenmeli, sosyolog ve etnograflara başvurularak bugünkü Türkler’in örf, âdet ve temayülleri göz önünde tutulmalı, hukukçuların fikri alınmalı, gerekirse birkaç veya birçok hususlarda Türk milletinin reyi sorulmalı, acele edilmeden, fakat sürüncemede de bırakılmadan Türk ruhunun hâkim olduğu bir anayasa ortaya konulmalıdır.
Bir anayasa ulu bir eserdir. Kolay kolay değiştirilemez. Millet onu kutlu bilip sayar. Hâlbuki Halk Partisi diktatörlüğü zamanında anayasanın maddeleri keyfî şekilde değiştirilmiş, elde mevcut olanı da bizzat diktatörlük rejimi tarafından saygısızlığa uğramıştır. Kendisinin ileri bir demokrasi olduğunu şatafatla iddia ettiği halde en rezilâne diktatörlüğü yürüten ve seçim dediği maskaralığı iki dereceli olarak yapan, cumhuriyet olduğunu öne sürdüğü halde tek parti ile asrı bir devlet yürüttüğünü sanan bu muazzam hamakat ve emsalsiz riyakârlık idaresinden zaten başka türlü bir hareket beklenemezdi.
Halk Partisinin ileri gelenlerinden, bugünün sayılı zenginlerinden ve Türkçülüğün küçük düşmanlarından Hilmi Uran’ın 1943’te, varlık vergisi işinde oynadığı uğursuz rol, Millet Meclisinin 27 Kasım 1950 pazartesi günkü oturumunda konuşulurken bu adamların kanunla nasıl oynadıkları, memleketi nasıl çiftlik gibi idare ettikleri, Başbakan Adnan Menderes’in sözleriyle bir kere daha belirtildi.
İşte bütün bu yolsuzluklara bir set çekmek için Türkiye’nin değişmez anayasasını hazırlamak ve ona partilerin ve zümrelerin üstünde millî bir renk vermek en kutlu bir vazifedir.
Anayasadan sonra en mühim iki kanun olan medenî kanun ve ceza kanunu da Türk örf ve ahlâkından çıkarılarak yeniden tedvin edilmelidir. İsviçre’den medenî kanun, İtalya’dan ceza kanunu tercüme edilmekle Türk topluluğunun çağdaş medeniyet seviyesinin üstüne çıkacağını sanmak da yine gayrı meşru diktatörlük rejimine mahsus zekâ hârikalarında biri idi. Hakkâri’deki çobanı hukuku medeniyeden iskat etmekle veya Orta Anadolu köylüsünün iki zevcesinden birini hukuken metres tanımakla Türk milletini İsviçre ayarında bir topluluk yaptık sananlar cihan tarihinin emsalsiz budalaları, Türk ahlâkının da en sinsi düşmanlarıdır. Türkiye’ye getirdikleri medeniyet ve asrîlik sayesinde bugün millî bir facia olan “nesebi gayrı sahih çocuklar” yani Türkçe’si, yüz binlerce gayrı meşru çocuğun davası karşısındayız.
Ceza kanunu ve medenî kanun da yeni baştan tedvin olunmak ihtiyacındadır. Bunları ele alırken de tek hâkim prensip Türk ruhu olmalıdır. Bu kanunların bazı maddeleri bugünkü durumlarıyla millî vicdanı incitmektedir. Meselâ bütün eski Türk devletlerinde evli bir kadına taarruzun cezası idamken bugün bu işi yapan namussuzlar pek hafif bir ceza ile kurtulmaktadır.
25 Kasım 1950 tarihli Hürriyet gazetesinde kendi öz kızına taarruz eden bir sefilin Aydın Ağır Ceza Mahkemesinde 1 yıl 15 aya (yani 2 yıl 3 aya) mahkûm edildiğini ıstırapla okuduk. Böyle bir şenaatin cezası millî vicdana göre çok daha ağır olmalıydı.
Türe ve yasa adlarını da alabilecek olan yeni medenî kanun ve ceza kanunu ile Türkiye, Türkleşme yolunda sağlam bir adım atmış olacak ve bugünkü perişan halinden kurtularak yatağına girmiş bir ırmak haline gelecektir.
Binlerce yıllık kültürü, bilhassa mânevî-ahlâkî kültürü olan Tük milleti Firenk kanunları ile idare edilemez. Türk milleti kendi yasa ve türesine kavuştuğu zaman Türkleşecek ve bahtiyar olacaktır.