Türk Destanını Nazma Çekmek Teşebbüsleri
Uğuz Kağan Destanı
Son zamanlarda Türk destanını manzum olarak yazmak teşebbüslerine de raslıyoruz. Bu teşebbüslerine de raslıyoruz. Bu teşebbüs Ziya Gök Alp’ın ilk defa denediği gibi küçük parçalar üzerinde değil, Türk destanının büyük parçaları veya bütünü üzerinde yapılmıştır. Milli destanı nazma çekmeğe uğraşanlar merhum Doktor Rıza Nur ve Öğretmen Basri Gocul olmak üzere iki kişidir.
Millî hükümetin ilk maarrif vekili olan Doktor Rıza Nur, yirmi yılı gurbetlerde geçen maceralı hayatında pek çok eser vermiş ve millî bir hizmet yapmak için muhtelif mevzulara temas etmek lüzumunu duymuştur. Doktor Rıza Nur bugün Türkiye’de tıbbî eserlerinden ziyade meşhur on iki ciltlik tarihiyle tanınmaktadır. Bu pedagojik eserin 13-14. ciltleri henüz neşrolunmadığı gibi Türk edebiyatına ait beş cilt tutan eserleri Ermeni tarihi, bazı opera tercümeleri de yayınlanmış değildir. Bütün bunlardan başka onun bir de “Oğuz Kağan Destanı” vardır ki merhumun son eserdir ve diğer birçokları gibi sırf Türklüğe hizmet gayesiyle kaleme alınmıştır.
Doktor Rıza Nur, Türk destanını baştan sona kadar bir bütün olarak yazmak teşebbüsüne girmişse de ele aldığı bazı parçalarla zenginleştirilmiş ve 6100 mısraı aşan büyük bir eser vücuda getirmiştir. Esere 1 Kasım 1937’de İskenderiye’de başlamış ve İstanbul’da 29 Ekim 1939’da bitirmiştir. Destana yazdığı önünçte şöyle demektedir.
“Bir milletin destanı, masalları nice asırlar sonra toplanır, tanzim edilir. Ben de birçok asır sonra Türk destanını yazmak hevesine düştüm, Türk destanını, tetkik esnasında bunlardan topladım. Uğuznameye esas yaptım. Topladıklarımı Paris’te 1932 yılında nesir ve iskelet halinde tesbit ettim. bu esasa göre şiir olarak ve süslüyerek yazacaktım. O tarihten 1936 yılı başına kadar diğer eserlerimin işini bitirip de bu destana başlıyamadım. Hepsi bu tarihte bitti; lakin başım çok yorgun düştü. Uzunca dinlenmek lazımdı. Başka türlü çalışmak mümkün olmayacaktı. Bundan sonra bir taraftan eserlerimi yazmakla ömrümü geçirmeğe karar vermiştim. Dinlenirken bazı neşriyat da yaptım. Böylece 1937 teşrinisanisinin ilk gününe geldim. Ben bu destanı şiir olarak ve iyi yazabilmek için başım dinlenmiş, sıhhatim yolunda, gönlüm rahat ve cebim de para olsun istedim. Yine kafa yorgun, yine yine sıhhat bozuk, yine gönül üzgün ve perişan, yine paranın benimle üniyetsizliği devamda. Baktım ki istediğim böyle bir devir bize gelmeyecek, bu bir zaten muhali istemekti, artık bu tarihte yazmağa başladım. Dünya da ne kendin için, ne de başkası için hiçbir arzum, emelim yoktur. Arzum sadece bu. Bakalım kaç yılda bitireceğim? Ölmeden bitirirsem gözüm arkada kalmayarak bu dünyadan giderim. Uzun yıllardan beri Türk için, mukaddes Türklük için canımın içinde bin naz ve sevgi ile beslediğim, gönlümün en kıymetli köşesinde aklı, fikri alan ve bütün varlığı kaplayıp tutan coşkun bir aşkın tatlı, altın kanatlı sırrı gibi sakladığım bu hizmeti de görünceye kadar ölüm bana aman versin. Bu destanı sırf Türkçe yazmak mümkündü. Gönlüm de böyle istedi. Millî destanlar zaten böyle yazılır. Ancak böyle bir eseri bugün hiçbir Türk’ün anlıyamıyacağını düşünerek vazgeçtim. Millet anlamazsa yazmakta ne fayda var? Ve yine böyle bir destan için bir dilde kelimeler uzun zamandan beri işlenmiş, billurlaşmış, hazırlanmış bulunmalıdır. Arap ve Acem kelimeleri bu meziyetleri kaybetmişlerdir. Sırf Türkçe yazmak için Türkçe kelimeler yeniden işleninceye kadar beklemek lazımdır. Demek henüz bunun vakti değil. Bununla beraber bunun mümkün en sade dilde yazdım. Bu eserde eski Türkçe kelimelerden pek az, hem de Türkçe’nin bünyesine girmiş, adapte olmuş kelimelerdir.”
Rıza Nur, bundan sonra bu destanı yazarken atalar türesine uyarak mesnevi tarzında yazacağını, araya bazı ufak mensur parçalar koyacağını söylüyor. Seçtiği vezin hecenin on birlisidir. Fakat bunu 6-5 yahut 4-4-3 duraklı olarak değil, serbest yani duraksız olarak almıştır. Rıza Nur, bu usulün yeknesaklığı gidereceğini söylüyorsa da bilakis eserin ahengini zayıflatmıştır. Destanın içinde bazen kullandığı daha küçük vezinler ise esere hakikaten çeşni vermiş ve Rıza Nur bu küçük vezinlerde daha çok başarı göstermiştir. Mesela Uğuzun Kıyatı (yani Ejderhayı) öldürmesi üzerine orman perilerinin onu övmesi hiç de fena değildir:
Bu Uğuz Kağan
Elinde çağan,
Duruşu hoştur
Kolunda kalkan.
Cıdası hele
Elinde yaman.
Bu Uğuzdur, bu
Acunu yakan.
Hayran olur her
Uğuza bakan.
Kıyat geberdi,
Sevindi orman…
Keza, başka bir yerde Kanturalı adındaki bir kahramanın savaştan önce övünmesi de muvaffak olmuş bir nazım örneğidir:
Ben bir baturum,
Düşkünüm şana.
Ovalar, dağlar
Bahçedir bana.
Sahiptir evim
Gökten tavana.
Yemeğim avdır,
Susarım kana.
Yumuşak yatak
Gelmez arslana.
Er dilerim ben
Bugün düşmana.
Bir iş edeyim
Ki cihan ana…
Şu ufak örneklerden de görüldüğü üzere Rıza Nur hem eski kelimeleri, hem de gramer şekillerini kullanmaktadır. Hele bazı yerlerde edebi Türkçe’de olmıyan, ancak konuşmada dilimizde kullanılan şekilleri denemesi bize oldukça garip gelmektedir. Mesela “ova kanla, leşle dolsu” diyecek yerde “ova kannan, leşnen doldu” demesi epeyce yadırgamamak kabil değildir. Bununla beraber konuşurken çoğumuzun böyle söylediği ve “benimle, seninle” diyecek yerde “bennen, sennen” dediği de muhakkaktır.
Eserin bölüm başlıkları şunlardır: Başlangıç destanı yazmanın sebebi, destana başlama, Ergenekona kapanış, Ergenekondan çıkış, Kara Hanın kağanlığı, Oğuz Kağanın doğuşu, Oğuz evlenmesi, Uğuz’un şiiri, Uğuzun Kağanın çocukluğu ve gençliği, Uğuzun kıyatla cengi, Uğuzun babası Kara Hanla cengi, Uğuzun kağan oluşu, Uğuz Kağanın evlenişi, Uğuz Kağanın dünya fethine çıkışı, Çin elçisinin gelişi, Uğuz Kağanın Çin’e dalışı, Uğuz Kağan öğüdü, ulu vuruşgu (harb), Uğuz Kağanın Han Baluğu (Pekini) alışı, Altın Kağandan Uğuz Kağana yumsap (elçi) gelişi, Uğuz Kağanın Urum üstüne yürüyüşü, ulu vuruşgu, Urus Beğin gelip Uğuz Kağana itaati ve Uğuz Kağanın düşünde ak ayı görüşü, Uğuz Kağanın İtil ırmağını geçisi ve Kıpçaklar, Uğuz Kağanın aygırının kaçışı ve Karluklar, anahtarsız ev ve Kalaçlar, Mamakın ölümü, Uğuz Kağanın Çürçit üzerine yürüyüşü cenk kurultayı, ulu vuruşçu kağnının icadı, Uğuz Kağanın Tangut üstüne yürüyüşü, Uğuz Kağanın Karahıtay üzerine yürüyüşü, kalenin muhasarası, İtbarağın Uğuz Kağana sığınması, Uğuz Kağanın doğuya dönüşü, batıya ve dönüş ve Uğuz Kağanın Kırgızlara varışı, Uğuz Kağanın Hinde yürüyüşü, vuruşgu, Uğuz Kağanın Keşmiri alışıve Gün Hanım Sevim Hanımla aşkı, Uğuz Kağanın yurda dönüşü, Uğuz Kağanın İranı alışı, vuruşgu, Uğuz Kağanın Suriyeyi ve Mısırı alışı, altın yayla üç gümüş ok, Uğuz Kağanın oğullarına öğüdü ve yurdunu taksimi, Uğuz Kağanın ölümü, Uğuz Kağanın yuğu, Uğuz Kağanın yakılması, bark ve balballar, sagu (merisye), sonuç.
Rıza Nur esasen aşir olmadığı için bu uzun destanda başarı göstermiştir, denemez. Eserin parça parça kuvvetli yerleri bulunmakla beraber bütün zayıf kalmıştır. Bin türlü dert arasında ve ömrünün son yıllarda yazdığı bir eser de zaten başka türlü olamazdı. Eserin asıl değerli tarafı yazılmasındaki gayedir. Namık Kemal ve Ziya Gök Alp gibi Rıza Nur da muhtelif edebi nevilere sırf millî hizmet olsun diye başvurmuştur. Esasen onun tarih yazması, meşhur operaları nazmen tercüme etmesi, Türk edebiyatı üzerinde çalışarak beş büyük büyük cilt vücuda getirmesi hep aynı maksatladır. Destanı yazmak için çektiği sıkıntıları da eserin sonucu bölümünde şöyle anlatmaktadır:
Uğuzun şairi saf Türk Rıza Nur
-Tanrıya bin kere şükür olunur-
İstanbulda, Taksim, Sülünpalasta
Yalınız, perişan, bezgin ve hasta
Tamamladı. Etti Türke armağan…
Pariste, Mısırda sefalet içre,
Türlü tehlike geçire geçire,
Bu destanı yazmak için çalıştım.
Dert öyle oldu ki derde alıştım.
Millî gayeler uğrunda bu kadar didinen ve son devir tarihimizin birinci sınıf şahsiyetlerinden olan Doktor Rıza Nur bugün yalnız gözlerden değil, gönüllerden ve hafızalardan da uzak olarak Merkez Efendi Kabristanındaki mütevazı mezarında dinlenmektedir. Taşında şu kelimeler kazılıdır:
Türklük için yaşadı, öldü…