Rızâ Nûr
Türkçülük ülküsünün bugünkü en büyük şahsiyeti Rıza Nur artık “Dünkü şahsiyet” oldu. 63 yıllık çetin ve metin bir hayattan sonra vatan toprağına karışırken onu son defa selamlayanlar dinmiş bir kasırga için duyulan neyse onu duydular.
Rıza Nur 1879’da Sinop’ta doğdu. 1902’de askerî tıbbiyeden yüzbaşı olarak çıktı ve Gülhane’ye asistan alındı. 1903’te kolağalığına terfi etti. 1905’te Gülhaneye muallim muavini (doçent), 1907’de askerî tıbbiyeye cerrahî profesörü oldu. 1908’de binbaşılığa terfi etti. Aynı yıl meşrutiyetin ilânı üzerine Sinop mebusu oldu. Biraz sonra, İttihatçılara muhalefet ettiği için dersi lağvedilerek muallimlikten çıkarıldı. 1909’da yine aynı sebepten dolayı rütbesi tasfiye edilip kolağalığına indirildi. 1910’da askerlikten istifa etti. Balkan savaşında silâh altına alınıp yaralılara baktı, aynı zamanda tıp fakültesinde morg müdürlüğüne tayin edildi. Daha sonra İttihatçılara karşı pek şiddetli muhalefetinden dolayı memleket dışına sürüldü. Rıza Nur sekiz yıl dışarıda, gurbette yaşadı. Mütareke olunca vatan savaşına koştu. İlk Millet Meclisine Sinop mebusu seçildiği gibi, Ankara’da ilk hükümeti kuranlar arasında da bulundu. 1920’de Ankara hükümetinin ilk Maarif Vekili olarak hizmetler etti. Aynı yıl Hariciye Vekâletinin de Vekilliğini yaptı. Yine aynı yılın sonunda Rusya’ya gönderilen fevkalâde murahhas heyeti âzalığı dolayısıyla Maarif Vekâletinden istifa etti, 1921’de Sıhhiye Vekili oldu. Sakarya meydan savaşının buhranlı günlerinde cephe gerisinde bulunarak pek iptidai vasıtalarla kurduğu seyyar hastanelerde bizzat yaralıları tedavi etti. Operatörlükte usta bir doktor olduğu için pek çok Türk yaralısının hayatını kurtardı. 1922’de Ukrayna’ya gönderilen fevkalâde murahhas heyeti reisliğine tayin olundu. Döndükten sonra tekrar Sıhhiye vekâletine seçildi ve bu yıl içinde üç defa Hariciye Vekâleti vekilliğini de yaptı, 1923’te Sıhhiye Vekilliği uhdesinde kalmak üzere Lozan konferansına ikinci murahhas olarak gitti. Lozan müzakerelerinde bilgisi, zekâsı ve metaneti ile pek büyük hizmetlerde bulundu. Hattâ Venizelosla olan meşhur bir münakaşasında Venizelosun bayılmasına sebep oldu. Lozan barışı imzalandıktan sonra Türkiye’ye dönüp ikinci Millet meclisine yine Sinop’tan mebus seçildi ve Tıp Fakültesi kendisine fahrî profesörlük ünvanını verdi.
1926’da, ilkkânunda mebusluğu bırakıp Parise gitti, 1926’dan 1938’e kadar on iki yıl gurbette yaşadı. İlk yıllarını Pariste, son yıllarını daha ucuz bir memleket olan İskenderiye’de geçirdi. Bu müddet zarfında Türkbilik Revüsü adlı yıllık bir Türkiyat dergisi neşrederek ilmî araştırmalarının sonuçlarını yaydı. 1938’de Türkiye’ye dönüp Taksimde bir kira apartmanında oturmağa başladı. Bu üç odalı mütevazi dairede dört yıl kadar yaşadı. Merhum Refik Saydamın yardımıyla tedahülde kalmış olan üç yıllık tekaüt maaşını aldıktan sonra Tanrıdağ dergisini çıkararak memlekete son bir hizmet daha yapmak istedi. Bu iş onu fazla yordu ve çok üzdü. Diğer bir takım hâdiseler de buna eklenince ölüm kendisine daha çabuk geldi. 7 Eylülü 8 Eylüle bağlayan gece, gece yarısından beş dakika sonra kendisinde bir fenalık duyarak uyandı. Aynı apartmanda oturan ahbabı doktor Semih Sümerman hemen gelerek bir iğne yaptıysa da iş işten geçmişti. Ağzından kan geliyordu. Gece yarısını yirmi dakika geçerken artık Rıza Nur yaşamıyordu.
Onun hakikî dostları ölümünü pek geç haber aldılar. Biz, 8 Eylülde kendisine Beyoğlu hastanesinin bir kıyısında tabuta konmuş olarak bulduğumuz zaman şaşırdık. Yanında kimse yoktu. Onu bir kalabalığın ortasında mı bulacağımızı umuyorduk, bilmem. Çok hazin ve çok mânalı bir yalnızlığın içinde Rıza Nur, ertesi günü ikindiye kadar orada yattı. Belki bu, onun toprak üzerindeki ilk rahat yatışıydı. Ömrünün yirmi yılı, yani üçte biri gurbette geçen Rıza Nur, hapislere atılan Rıza Nur belki artık dinlenecekti.
9 Eylül günü öğleden sonra Beyoğlu hastanesine tek tük vefalı kalp sahipleri gelmeğe başladı. Rıza Nurun yaşıt akranları arasında birkaç üniversite ve lise talebesi de bulunuyordu. Çoğu birbirini tanımayan bu insanlar burada hangi duygu ile birleşmişlerdi? Şu iki Azerbaycanlı ve şu tek Türkistanlı burada ne arıyordu? Burada resmiyet ve gösteriş bağları yoktu. Burada bir tek bağ vardı. O da Türk ırkının ve kanının bağı idi. Manzaranın en hazin tarafı bir takım yaşlı insanların gelip hissiz ve mütevekkil beklemeleri idi. Türk milletinin tevazuuna pek yakışan asker kumaşından elbise giymiş olan yarbay rütbesindeki şu ak saçlı askerî doktor kimdi? Niçin bu kadar sessiz ve durgundu? Rıza Nurun eski bir dostu olduğunu bildiğim şu yaşlı eczacı ne zaman gelmişti ve neden onun sükûtu en belâgatli bir hitabet kadar tesirliydi? Burada her şey hazindi. Doktor Mazhar Osman’ın büyük bir değerbilirlikle gönderdiği çelenk, dışarı Türklerinin çelengi, Ülkü ve Arkadaş Basımevleri sahiplerinin sessizce gelişleri, liseli, üniversiteli, Güzel Sanatlı, eski elçi, eski başkonsolos, eski paşa, profesör bana hep hazin ve mânalı geliyordu. Daha tanımadığım birçok dostları bu hazin manzaraya daha çok hüzün katıyordu. Gençler Rıza Nurun tabutunu Türk bayrağına sardılar. Teşvikiye camisinden Harbiye’ye kadar eller üstünde gelen Rıza Nurun bütün hayatında olduğu gibi ölümünden sonra da yüreği mi kanıyordu? Değilse tabuttan aşağı sızan o kan damlaları neydi? Tulgalı on polis tabutun iki yanında yürüyor, Riyaseti Cumhur yaveri ve İstanbul Valisi de arkasından geliyordu. Bu hazin alay Harbiye’ye kadar yavaş yavaş geldi. Sonra mezara doğru hızlı bir gidiş başladı. Cenaze arabasının arkasından giden iki otobüs ve birkaç otomobil, Peyami Safa’nın bahsettiği iki üç mangayı götürürken yanlış bir tesadüfle Bayezit’te toplanmış olan diğer bir iki manga da orada boşuna beklediler. O “makberin yolunu gösteren tabut, yürüyen bir heykel olan tabut, o dilsiz ve sağır hatip” arkasında bir avuç insanla mezara doğru koşuyordu.
Hiç bir gömme töreni bu kadar sade ve samimî olmamıştır. O gün hafızaların seslerinde yanık bir eda mı vardı, göğün bulutlu ve serin havası mı elemliydi? Her halde bir başkalık gönüllere kadar işliyordu. Mezar kapanırken oradakilerin hepsinin gözleri yaşlıydı. Etrafta çevre çevre kardeşi, Ebüzziyade Velid, Avukat Mehmet Ali, Orhan Seyfi, Yusuf Ziya, Hilmi Ziya, Peyami Safa, eski Sivas mebusu Rasim, Avukat İffet, İsmet Rasin, Azerbaycanlı Sadık ve Ali Ekber, Türkistanlı İlhan, Ülkü Basımevi sahibi Muharrem, Arkadaş Basımevi sahibi Şemseddin, Doktor Mustafa Hakkı Akansel, Doktor İzzettin Şadan, eski elçi Tevfik Kâmil, Şeyhislâm zade Muhtar, eczacı Vedat, eski başkonsolos Fahrettin Hayri Beğler; edebiyat, tıp, mimarî ve lise talebeleri, tanımadığım vefakâr arkadaşlar ve gençler, nihayet oradaki tek kadın Tolunay Atsız, sessiz duruyorlardı. Mezar kapandıktan sonra o yaşlı dost, o candan insan irticalen “Büyük Türk Rıza Nur, bütün hayatında dimdik kalan, kanaatlerini her yerde açıkça söyleyerek nikbetlere katlanan büyük Türk Rıza Nur, Türk milletinin nuru Rıza Nur” için ne güzel sözler söyledi. Bugünkü tenhalıktan yarın bu kabri bir ziyaretgâh haline getirecek kalabalıklar doğacağını anlattı. Sonra gökten birkaç damla yağmur düştü ve biz, ölen değil, vatan topraklarına karışan Rıza Nuru orada yalnız bıraktık.
