Edebî Dil
Medeni milletlerin dilleriyle iptidaî toplulukların dillerini birbirinden ayırt eden en büyük fark medenî dillerin çok geç ve güç değişmesine karşılık ötekilerin kısa zamanda tanınmaz hale gelmesidir. Bunun sebebi birincilerde yazının ve ortaklaşa bir edebî dilin var oluşudur. Ortaklaşa edebî dil, söyleyişin değişmemesini sağlayan bir ilaçtır. Yahut, söyleyiş değişse bile yazının(imlânın) aynı kalması sayesinde insanlar ve nesiller arasındaki bağlantıyı kuran bir faktördür.
Bir milletin bütün fertleri aynı şekilde konuşamaz. Buna fizyoloji, iklim, görenek ve çevre engeldir. Bölgelerin, şehirlerin konuşmaları arasında fark vardır. Dilciler, bir ailede bile herkesin aynı şekilde konuşmadığını söyler. Bu farkların çoğalarak iki komşu şehir halkının bile birbirleri için anlaşılmaz ayrı diller konuşmasını önleyen başlıca sebep edebî yazı dilidir. Edebi yazı dili sayesinde bir milletin www.atsizcilar.com Sayfa 122 aydınları, okumuşları kelimeleri aynı şekilde okuyup söyleyerek bir tek ortak dilin varolmasını sağlarlar. Bu da millî birliğin temel şartlarından biridir.
Bir milletin içinde hangi dilin yahut lehçe veya ağzın ortak edebî dil olacağı meselesini zaman ve o milletin kültür akışı tayin eder.
Türkiye’deki edebî dil, İstanbul Türkçe’sidir. Bu, İstanbul’un bit imtiyazı değil, Osmanlı Cihan İmparatorluğu çağında, imparatorluğun her yanından gelerek kültür ve saltanat merkezinde birleşen büyük edebiyatçıların ortaya koyduğu bir eserdir, İstanbul Türkçe’sinde hem Anadolu’nun, hem de Rumeli’nin tesiri vardır. Bu dile Arapça ve Farsça’dan bir çok, Balkan dilleriyle Macarca ve İtalyanca’dan bir hayli kelime girmesine rağmen yapı aynı kalmış, yani Gök Türkler zamanındaki cümle yapısı değişmemiştir.
Her mîlletin edebî dili mutlaka başkentte konuşulan ağız değildir, Edebî Fransızca Paris’te doğduğu halde edebî Almanca ne Viyana’da, ne de Berlin’de değil, Almanya’nın kuzeylerinde doğmuştur.
İstanbul Türkçe’si yavaş yavaş Türkiye dışına taşarak bütün Türkler’in edebî dili olmak istidadım gösteriyordu. Kırım Türkleri’nden Gaspıralı İsmail Bey’in himmetiyle Kırım, Kazan ve Türkistan Türkleri’ne doğru ilerleyen bu yayılışı 1917 komünist ihtilâli önledi. “Milletlere hürriyet” gibi tarihin en iğrenç yalanıyla ortaya atılan Bolşevikler daha başlangıçtan itibaren milletleri. Özellikle çok korktukları Türkler’i yutup Ruslaştırmak için her türlü düzenbazlıklara başvurdular. Türkistanlılar’ın ortaklaşa edebî dili alan Nevâyîlerin, Buhurların güzel Çağatayca’sını ortadan kaldırarak mahallî ağızları ayrı dil diye öne sürdüler. Bunların alfabelerini iki defa değiştirerek birbirleriyle anlaşmalarını önlemeye çalıştılar. Bir yandan da Türkiye Türkçe’sinin Türkistanlılar’la ortaklığını kesmek Türkçe’sinin Türkistanlılar’la ortaklığını kesmek için edebî ve kültürel korsanlığa başlayarak “yeni akımlar”, “ileri hamleler” dîye Türkçe’nin yapısını bozmaya uğraştılar.
Her taşın altında komünist arayanlardan değiliz. Fakat Türkçe’yi yıkmaya çalışan akımın Türkiye’de Moskofçular tarafından nasıl desteklendiğini hor günkü gazete yazılarında görüyoruz. Türkçe’nin kaidelerine, zevkine, selikasına tamamıyla aykırı düşen uydurmaca kelimeler yetmiyormuş gibi hain ve iğrenç bir düşünce alıp yürümüştür. Cemiyet hayatındaki “taklit kanunu” dolayısıyla milli şuurdan ve kültürden mahrum birçok kimse de bu tersine cümleye rağbet etmekte, Türkçe ve edebiyat öğretmenleri arasındaki “ilericiler” de bunu teşvik eylemektedir.
Türkçe cümlede fiil sona gelir. Bu, şaşmaz bir kaidedir, İsmet Paşa’nın “değişmez genel başkanlığı” değişir, fakat Türkçe’nin bu kaidesi değişmez. Bektaşi’nin namazı gibi, “fiili ortaya gelirsek kıyamet mi kopar” diyecekler. Kıyamet kopmaz, milletin malı olan dile saygısızdık olur ve o zaman şu sorular da pek kolaylıkla ileri sürülebilir: Grameri kaldırıp çocukları güçlükten kurtarsak ne olur? İmtihanı kaldırıp öğrenciler arasında seviye farkı yaratmasak ve yıl kaybına sebep olmasak ne olur?
Bir zenginden beş on lira çalmakla o adam yoksul düşmeyeceği için böyle küçük hırsızlıkları mubah görsek ne olur?
Bayrak, Türkler’i başka milletlerden ayırdığı ve büyük insanlık idealine aykırı düştüğü için bayrağı kaldırsak ne olur?
Bu sorular gitgide daha korkunçlaşmak suretiyle ileriye doğru uzatılabilir.
Dil, bir milletin binlerce yılda yaratıp işlediği bir zekâ ve duygu hazinesidir. Yetmiş seksen milyon Türk’ü birbirine ve bizi binlerce yıllık geçmişe bağlayan sosyal bir türedir, insan uzviyetinin en mühim ve değerli parçası olan beyin nasıl sağlam bir mahfaza içinde korunuyorsa, bir milletin en değerli varlığı olan dil de millî şuurun çelik kalesi ardında öylece saklanmalıdır. Unutmamalı ki bir millet, ordusunu kaybederse büyük bir tehlikede, devletini kaybederse korkunç bîr felâkette, fakat dilini kaybederse ölümün kucağındadır.
Bu dilin en temel kaidesi olan “fiilin sona gelmesi”ni değiştirmekle cümle yapısını bozanlar bununla güzel bir söyleyiş yaptıklarını sanıyorlarsa kendilerine bildirelim ki sadece gülünç ve iğrenç oluyorlar, fiilin başa veya ortaya gelmesi ya şiirde, ya da nesrin pek ender bazı hallerinde (heyecan, öfke, sevinç gibi) caizdir. Fakat iki üç cümlede bir bu kaideyi bozmak, Türkçe’yi yutmak için yapılan sinsi bir davranıştan başka bir şey değildir.
Türkçe’nin bu şekilde tahribine İstanbul Radyosundaki bir kadın spiker de katılmaktadır. Öteki spikerlerde bozuk cümle tertibi olmadığı halde bunun daima aynı yanlışı yapması, bu hatanın radyo idaresi tarafından değil, spiker tarafından yapıldığı intibaını uyandırıyor.
Kara ordusunun kuruluşunun 604. yıl dönümünü(?!) kutlamak için yapılan radyo yayınını bu kadın spiker “kara ordusunun 604. yılını kutladık bugün” diye bitirdi. Bunun doğrusu “bugün kara ordusunun 704. yıl dönümünü kutladık” olacaktı.
Bu ve bunun gibi birçok örnek, edebî dilin tahrip olunduğunu, millî dil yerine kötü bir halk dili konulmak istediğini gösteriyor.
Ve Millî Eğitim Bakanlığı, büyümek için olacak, uyuyor.