Birleşmiş Milletler İdeali
Türk milletinin saflığı, dışarıdan gelen sosyal akımlara kapılmaktaki aşırılığı ile göze çarpmaktadır. Kapılanların ön safında aydınlar gelmekte ve bunlar halk tabakasını da kendileri gibi olmaya zorlamaktadır.
İslâmiyet’ten önceki çağda millî şuur çok yüksek olduğu için yabancı kültürün kötü etkisine aydınlar arasından karşı çıkanlar görülmüş ve bunlar dediklerini yaptırmışlardır. Kunlar ve Gök Türkler zamanındaki iki kişiyi örnek olarak göstereceğim: İkisi de günümüzün başbakanı seviyesinde olan bu aydınlardan biri, Kunlar çağındaki Çunhangyue (bunun Türkçe adını bilmiyoruz), öteki de Gök Türkler çağındaki Bilge Tonyukuk’tur.
Bu ikisi Çin âdetlerinin ve Budizm’in kabulüne engel olmuşlardır. İşin önemli tarafı ise ikisinin de Çin’de doğmuş ve Çin kültürüyle yetişmiş olmalarındadır. Bugün bir Batı ülkesinde doğup öğrenimini orada yapan değil, birkaç yıl orada kalan, hatta yalnız o ülkenin dilini bilen aydınlar arasındaki aşağılık duygusuyla ölçüştürüldüğü zaman bu davranışlardaki büyüklük bütün parlaklığı ile ortaya çıkmaktadır. Bu günün Batı kültürüyle yetişmiş gerçek aydınları arasında, aşağılık duygusundan uzak küçük bir azınlık vardır ki bunların hepsi milliyetçi ve Türkçüdür,
İslâmlık çağındaki Türklerin, İslâmlığı, Türklüklerini unutarak benimsemelerindeki trajediyi bir yana bırakarak, Batı medeniyetine girerken kapıldığımız tesirlere kısa bir göz atalım: Önce parlamenterizm hastalığı… Fransa’yı gören, gözleri kamaşan aydınlarımız Fransa’daki parlaklığın parlamentodan geldiğini görerek veya sanarak bizde de aynı usul uygulanırsa her güçlüğün çözüleceğine inandılar. Fransa’da tek millet, Osmanlı İmparatorluğunda birçok millet olduğunu düşünemediler. Bir Osmanlı parlamentosunda Türklerin azınlıkta kalacağını, başkalarının söz sahibi olacağını tarihî safiyetleriyle idrak edemediler. 1908 meşrutiyetinde “hürriyet, müsavat, uhuvvet” prensipleri ortaya çıktı. Uhuvvet yani kardeşlik Osmanlı İmparatorluğundaki bütün unsurların kardeş olmasıydı. İmparatorluk milletleri sarmaş dolaş olurken buna ciddî olarak inananlar yalnız saf Türklerdi. Silâhları Türk kanına bulanmış komitacı Balkanlıların ve Osmanlı devletini yıkmak için daha o zamandan beri İngilizlerle anlaşmış Arapların böyle bir şeye inanmayacakları belliydi.
Cumhuriyetten sonra dış siyaset manevraları dolayısıyla ortaya çıkan Türk-Rus dostluğu da, gerçek komünist olanlar dışında, bir hayli aydını tesiri altında bıraktı. Bunlar mazinin artık unutulduğuna, yeni bir çağın başladığına, Batı emperyalizmine karşı Ruslarla dostluğun zaruri olduğuna, Ruslar’ın Türkiye aleyhinde artık kötü niyetleri kalmadığına inandılar. Rusya, Boğazlar’da üs Doğu Türkiye’den toprak isteyinceye kadar tatlı uykularından uyanmadılar.
İkinci Cihan savaşından sonra da aydınların gözünü bağlayan büyü, Birleşmiş Milletler ideali oldu.
Kore savaşına katılan tugayımızdan her söz açılışta Türk milletinin Birleşmiş Milletler ideali uğrunda kan döktüğü söylenip durdu. Hiç kimse “Birleşmiş Milletler” arasında Rusya’nın da bulunduğunu, o Rusya’nın Kuzey Kore ve Komünist Çin’e silah yardımı yaparak Birleşmiş Milletler ordusuna karşı dolambaçlı yollardan savaştığını ve Türk tugayının çok ileri bir hattan yalnız Türkiye için çarpışmakta olduğunu hatırına getirmedi.
Türkler tarihî saflıklarıyla yine kendilerinden geçtiler. Kırk yıllık “Çin”e İngilizce veya Amerikanca “Çaynez” demekten başlayarak insanlığın menfaati için kan döktüklerine inandılar. Birleşmiş Milletlerdeki her milletin ebedî kardeş olduklarını sanarak yine tatlı Oğuz uykularına daldılar.
1963 Noel’inde Kıbrıs Türkleri kırgını başlamasaydı bu uyku sürüp gidecekti.
Bu kaçıncı hayal kırıklığı, kaçıncı aldanış?
Kafası yanlış işleyen, muhakemesi donmuş aydınlarla Türk milleti bir uçurumdan öteki uçuruma sürüklene sürüklene işin sonu nereye varacak?
Bir yandan Ümmetçilerle Nurcular şeriat prensipleriyle bizi Araplaşmaya sürüklerken öte yandan Marksistler ve aşırı solcular sosyal adalet vaadiyle Moskoflaşmaya doğru götürmek istiyor. İnsanların kardeş olduğu ve olacağı kuruntusundaki başka bir grup, milliyetçiliği lüzumsuz bir engel sayarak Türk milletini hümanizme, Amerikancılığa çekmeye uğraşıyor.
Millî ahlâkın baltalanmasının doğurduğu faydacı bir grup ise tam bir yozlaşma içinde, hayvanı bir ihtirasla kazanç ve eğlence ardındadır.
Athenagoras, Amerika’dan Türkiye’ye gelerek Ortodoks başpapazı olduğu zaman resmî makamların siyasî sebepli tutumları bir yana, halktan, hele aydınlardan gördüğü itibar, her şeyin olup bittiğine, kardeşliğin başladığına inanan saf düşüncenin sonucu idi.
Başpapaz, Kudüs’e giderek Papa ile görüştükten sonra aklı başına gelen aydınların yarın yeniden bir gaflet uykusuna dalmamaları için tek ilaç millî şuurdur. Millî şuurlu öğretmenlerin yetiştireceği yeni nesiller, millî şuuru besleyecek okul kitapları, propaganda yayınları, millî şuuru geliştirecek radyo yayını, filim, tiyatro v.b… Yoksa Birleşmiş Milletler reklamı arasında uyuşmak mukadderdir.
Birleşmiş Milletler ideali denen şey bir antlaşma metnidir ve uluslar arasındaki bütün anlaşmalar gibi geçicidir. Ne kadar süreceğini kimse kestiremez. Kesin olarak bilinmesi gereken nesne bunun da ebedî olmadığı ve daha şimdiden imzalarını düşünmeden onu bozanların bulunduğudur.
Ebedî bir antlaşmaya inanmak fertler için bir budalalık, fakat milletler için intihardır.
Bu ne biçim bir Birleşmiş Milletler idealidir ki, içlerinden bazıları diğer bazılarıyla açıktan veya dolambaçlı olarak Kore’de, Laos’ta, Vietnam’da çarpışır? Nasıl bir idealdir ki içlerinden biri, bir grup adına, ötekileri can evinden vuracak bir üs olur da karşı taraf bunu ancak mukabil tehdit ve tedbirle önler?
Birleşmiş Milletler idealinin gülünç iflâsına, daha doğrusu iflâsının anlaşılmasına en kesin tanık Kore’de savaşan Türk gazilerinin, kazandıkları madalyaları Birleşmiş Milletlere geri vermesidir.
Gerçekleri görmek ve hayale kapılmamak mecburiyetindeyiz. Birleşmiş Milletler ideali diye bir şey yoktur. Birleşmiş Türkler idealinin kabul olunmadığı bir devirde Birleşmiş Milletler idealinden bahsetmek, ev yapamayan adamın saray yapmasından bahsetmek gibidir. Ancak bir dış politika konusu olan ve yalnız Dışişleri Bakanlığının yürüteceği Birleşmiş Milletler meselesini millete mal etmek, demir yoluna başını dayayıp uyumaktan farksızdır. Yaşamak isteyen uyanık olur ve yalnız kendi millî çıkarlarını düşünür. Komünizme karşı kurulmuş NATO’nun ortaklarından İngiltere’nin Komünist Çin ve Küba’ya makine, silah, yiyecek ve kamyon satması millî bencilliğin nerelere kadar vardığını göstermektedir.
Bizi uyuşturan bu fanteziyi şöyle bir tarafa bırakalım da şimdilik yalnız “Birleşmiş Türkiye ve Kuzey Kıbrıs” ülküsüne sarılalım, yeter…