Amerikalılar Aya Giderken
Buna Yirminci Yüzyılın en büyük macerası diyorlar. Aya gitmek aslında bilim ve tekniğin göz kamaştırıcı bir zaferi olmakla beraber, bu zaferin insanlığa neler getireceği bilinmediği için macera demekte de yanlış olmasa gerektir. Aya yerleşme üstünlüğü sayesinde dünyaya hâkim olma isteğinin doğması, bu istek sonunda dünyanın görülmedik bir sertlikteki Üçüncü Cihan Savaşına sürüklenmesi, dilek ve hedeflerdeki ağırlıkla orantılı bir “yok etme” boğuşmasının olması, sonunda da insanlığın büyük ölçüde kazınarak dünyanın ilkçağdaki, hatta daha gerilerdeki durumuna düşmesi hiç de imkânsız değildir. Yahut aydan getirilecek bilinmedik bir virüsün dünya tıbbını altüst ederek insanlara onulmaz bir hastalık aşılaması sonunda, çok dayanıklı bazı vahşiler dışında bütün insanları öldürmesi de pekâlâ mümkündür.
Aslına bakılırsa, insanlık için henüz atom çağında, füze çağında, uzay çağında demek bile mübalağalıdır. İnsanlığın seviyesi malûm. Bir Şilili avukatın kendi ülkesinin kanunlarına dayanarak ayın tapusunu alıp resmen tescil ettirmesi, bir Perulu’nun da insanlar Tanrı’nın işine karışmaya başladı diye intihar etmesi düşündürücü birer hâdisedir. Üç milyar insan arasında beş on bin kişinin aya gitme tekniğine sahip çıkması büyük insan yığının daha hâlâ çok geri olmasına engel değildir. Bu insanlardan bazıları üçe kadar saymasını bilir, bazıları hâlâ madenden habersiz yaşarken, büyük çoğunluk okuma yazma bilmezken bazı insanların aya gitmesindeki şerefi beşeriyete mal etmek şüphesiz tamamıyla yanlıştır. Bu bakımdan Süleyman Demirel’in “Aya gitme şerefi bütün insanlığındır” demesi lâf ü güzâftan ibarettir. Aya gitmek şerefi tamamıyla Amerikalılar’a aittir. Daha doğrusu Amerikalılar’a kaçan Alman bilginleriyle Ruslar’ın kaçırdığı Alman bilginlerine aittir.
16 Temmuzdan beri bütün insanların aya gidişle ilgili olduğu hakkındaki haberleri de başka yönden değerlendirmek lâzımdır. İnsanlar büyük cinayetler, seks rezaletleri ve gangster olayları ile de ilgilidir. Hatta futbol maçı ile daha çok ilgilenirler. Amerikalılar, insan zekâsının en üstün eserim ortaya koyarken biraz güneylerindeki iki haydut cumhuriyeti, yani Salvador’la Honduras bir futbol maçı yüzünden savaşa tutuştular. Bizde yine top yüzünden Bursa ile Eskişehir, Kayseri ile Sivas, Kırıkkale ile Tarsus arasında geçen budalalık dramları meğer zekâ şaheseriymiş. Şu devletlere bakın: Futbol maçı yüzünden çarpışıyorlar.
İşte böyle bir dünyada aya gidiş çok erken yapılmış bir denemeden başka bir şey değildir ve şüphesiz vaktinden önce yapılan bütün işlerin mukadder sonucunu bu da verecektir..
İnsanlar daha üstünde yaşadıkları dünyayı bile bilmiyorlar. Yer yuvarlığının merkezine yaklaşmaktan, denizlerin dibine inmekten henüz çok uzaktayız. Dünyanın bazı bölgelerine daha insan girememiştir. Kar Adamı’nın ne olduğu belli değildir. Hastalıkların hepsi yenilmemiştir. Kanser, insanlığın başını yiyen korkunç bir afet olmakta devam ediyor. Bu bakımdan insanlığın görünüşü bir sefalet manzarasından başka bir şey olmamakla beraber insanlar aya gidecektir. Aya gitmek için bütün insanların belirli bir kültür seviyesine gelmesini beklemeye lüzum ve imkân yoktur.
İnsanlığı bütün olarak bir yana bırakıp da yalnız Amerika’yı düşünsek bile bu teşebbüs yine de bugünkü Amerika’nın seviyesinden çok ileri bir davranıştır. Amerika’da henüz okuma bilmeyen insanlar vardır. Dünyanın en zengin ülkelerinden biri olduğu halde birçok vatandaşının yoksulluk içinde yaşadığını kendi Cumhurbaşkanları söyledi. Hele Zencilerin durumu “acıklı” kelimesiyle ifade olunabilir. Böyle olduğu halde Amerika aya gidiyor ve aya gitmek için harcadığı milyarları kendi yoksul yurttaşlarını yükseltmek için kullanmayı aklına getiremiyor.
Uzay yarışında Moskofların durumu büsbütün ilgi çekicidir. Sovyetler ülkesi iktisadî refah bakımından oldukça geridir. Amerika ile aşık atamaz. Fakat 240 milyon vatandaşının sıkıntısı, yoksulluğu ve hatta sefaleti bahasına da olsa uzay için milyarlar sarf etmekten geri kalmıyor ve Amerika’yı bir adım gerisinden takip edebiliyor.
Biz daha çok gerilerdeyiz. Fakat bizim de bunlara benzer bir tutumumuz yok değil. Ülkemizin bugünkü ciddî durumu içinde bir de milyarlar harcayarak opera ve Boğaz Köprüsü gibi, ilk bakışta lüks intibaı veren bazı işlerden geri kalmıyoruz.
Bu davranışlar bize Turancılığı düşündürüyor. Şu bakımdan düşündürüyor: Turancılık ülküsüne karşı olanların ileri sürdükleri başlıca sebep Türkiye’nin kalkınmamış olmasıdır. Anadolu zenginleşip gelişmeden gözlerimizi dışarıya çevirmek zararlı bir maceradır diyorlar.
Gözlerimizi öteki Türkler’e çevirmek için Anadolu’nun meselâ bir İsveç seviyesine ulaşmasını bekleyecek olursak Turancılığa şimdiden veda etmek gerekecektir. Bu bekleyiş hem Türkiye Türkleri’ni dinamik bir güçten alıkoyacak, hem de Türkler’i ümitsizliğe düşürecek, hem de zaman kaybettirerek karşı tarafın daha hazırlıklı hale gelmesini sağlayacaktır. Millî hayatta, devletlerarası hayatta çok defa bir basamak aşılmadan daha sonraki basamağa tırmanılır. Ülkülerin uysallığa, ihtiyatlılığa tahammülü yoktur, inanmış topluluklar ihtiyatsızlıktan doğan tehlikeyi gidermesini bilir. Maraton koşusu yapan atlet kalbinin duracağını düşünmez. Düşünürse koşamaz.
Amerikalılar’ın aya inmesi, hele indikten sonar geri dönebilmesi büyük bir zafer olmuştur. Bütün dünya bu yolculuğu takip ederken 750 milyonluk koca Çin’in habersizliği ayrıca üzerinde durulmağa değer ibretli bir hâdisedir. Çin’deki Mao idaresinin nasıl karanlık bir nesne olduğunu anlamak için güzel bir fırsattır. Mao’yu matah sanıp da Türkiye’de Maoculuk yapmak isteyen eşeklere ihtardır. Tabiî, aralıksız anırmaları sırasında bu ihtarı duyarlarsa..
Amerikalılar (gerçekte Almanlar) aya insan, Moskoflar (gerçekte yine Almanlar) araç indirirken Türkiye’nin durumu nedir? Hayat gitgide daha merhametsiz bir hal alırken, geri kalmış olanlara tarih asla acımayacakken Türkler ne yapıyor? Görünüşte Türkiye bir kalkınma çabalaması içindedir. Bir şeyler yapıldığı da inkâr olunamaz. Fakat bir de madalyonun öteki yüzü var ki hiç de iç açıcı değildir. Parti didişmelerinin parçaladığı bir millet, Anayasanın getirdiği aşırı hürriyetleri kötüye kullanan psikopatlarla hainlerin bozgunculuğu, ülkü yokluğunun yarattığı hayvanî kazanç hırsı ve çıkarcılık, zekâ kıtlığından doğduğu belli olan türlü türlü işler, düşünceler, hareketler..
Parti hayatı bütün memleketlerde mübalâğa ve mugalâta ile doludur. Bizim gibi buna yeni alışan memleketlerde ise baştan beri bir edebiyattan ibarettir. Hiçbir parti şimdiye kadar bir tek başarısızlığı söylemiş değildir. İktidarda bulunan partilere bakarsanız bütün hayatları zaferlerle süslüdür. İsmet İnönü’nün başbakanlığı ve cumhurbaşkanlığı zamanlarında hep “feyizli eser”lerden bahsederdi. Bu “feyizli” kelimesi onun çok sevdiği bir “sözcük”tü. Demiryolunun her yeni istasyona varışında şampanyalar açılarak büyük törenlerde feyizli eserlerden bahsedilirdi. Adnan Menderes’in dilinden düşmeyen laf “görülmemiş kalkınma” ve “şantiye haline gelmiş memleket”ti. Demirel “büyük ve müreffeh Türkiye” den başka bir şey söylemiyor.
Üçünün zamanında da ilerlemeler ve kalkınmalar olduğu muhakkaktır. Fakat bunlar asla ihtiyaç nispetinde olmamış, asla övünülecek bir raddeye varamamıştır. Hepsi de başarılarını mübalâğalı şekilde anlatmışlar ve göz boyamak istemişlerdir. Bunun sebebi millî şuurdan mahrumiyetleridir. “Millet”, “vatan”, “Türkiye” kelimelerini bol bol kullanmak millî şuurun işareti değildir. Bir memlekete fabrika ve yol yapmak, hatta birçok yüksek okullar açmak da millî şuurun işi değil, ilerleyen zamanın gereğidir. Fabrika ile yol ve okulu, bir ülkeye istilâ eden sömürgeci yabancılar da yapar. İngilizler’in Hindistan ve Pakistan’da yaptığı gibi…
Millî kalkınma ise endüstriden önce manevî güçle olur. Bizdeki hükümetler manevî kalkınma diye birşey olacağını hatırlarının köşesine bile getirmemiştir. Türk Ocağı’nı kaldırıp Halkevi’ni açmak, Türkçüleri sıkıyönetim mahkemesine verip Köy Enstitüleri’ni kurmak, Milliyetçiler Derneği’ni kapatıp Millî Güç denen Zümrüdü-Anka kuşunu ortaya koymakla millî şuur değil ancak millî şuursuzluk kuvvetlenebilirdi. Nitekim öyle olmuştur.
Gösteriş, insanları da, milletleri de aldatır. Türk milletinin temel dâvaları ise gösterişlerin dışında durmaktadır.
Bugün kalkınmak, ilerlemek ve yükselmek için iki şeye ihtiyacımız vardır: Biri manevî kalkınmayı sağlayacak olan millî ülkü ve gelenek, ikincisi maddî kalkınmayı sağlayacak olan bilim ve teknik…
Yalnız ikincisiyle hiçbir fayda sağlanamayacağını Birinci Cihan Savaşından sonraki tarihî hadiseler gösterdi. Nasıl bir çocuk büyürken hem gövdesi, hem de aklî melekeleri gelişir ve bu ikisi dengeli bir şekilde ilerlerse bir milletin büyümesi demek olan kalkınmasında da ülkü ve madde beraberce aynı rolü oynayacaktır.
Bizim bir ırk sağlığı meselemiz var. 12 yaşına kadar olan çocuklar arasında 300.000-600.000 geri zekâlı bulunduğunu psikiyatri uzmanları söylediler. Bunun mânâsı, bütün memlekette bir milyon geri zekâlı var demektir ki 32 milyon nüfusa göre korkunç bir rakamdır. Geri zekâlılara kıt zekâlı normalleri de eklerseniz memleketin beyin haritasını elde etmiş olursunuz. Bununla, sebepleri bir türlü anlaşılmayan birçok davranışın gerçek mânâsı ortaya çıkmaktadır.
1965 istatistiklerine göre Türkiye’de 380.000 sakat vardır ve bunların ancak % 28’i doğuştan sakattır. Demek ki % 72’si kültürsüzlük, zekâsızlık ve iptidaîliğin kurbanıdır.
Buna kimsesiz ve bakıma muhtaç çocuklar davasını, şehirlerdeki insanların sinirlerini yıpratan gürültü, toz, egzoz gazı, kalorifer kurumu gibi dertleri eklerseniz yarınımızın çekirdeği demek olan ırk sağlığı konusundaki durumumuz ortaya çıkar. Baraj, fabrika ve yol yapılırken onlardan faydalanacak olan insanların ruhî, zihnî ve somatik meselelerine aldırış edilmezse milyarlar heba edilmiş olur. Çünkü en değerli sermayemiz insandır.
Mühim bir meselemiz de vatanımızı çirkin bir yığıntı haline getirmemizdir. Ormanların tahribiyle her yıl milyonlarca ton toprak denize dökülürken, plânsız şehirler ağaçtan yani nefes almak imkânından mahrum beton yığınları haline gelirken, millî anıt diye bir takım kübik ve komik eserler şuraya buraya dikilirken bu ülkede yaşayan insanlarda estetik duygu diye bir şey kalmayacağı muhakkaktır.
En baştaki meselemiz ise Türk milletinin millî bir ülkü ile güçlendirilmesidir. Millî ülkü Turancılıktır. Bir topluluğu canlandıran, dinamik hale getiren, ona mucizeler yaptıran şey inançtır. Milletlerin inancı millî ülkülerdir. Millî ülkü olmadıktan sonra senin dev fabrikaların, asma köprülerin, Marmara genişliğindeki barajların beş para etmez. Millî ülküsü olan bodur bir güruh gelip onları alır.
Kalkınmak kendine güvenmekle, büyüklük duygusuyla, kahramanlıkla olur. Bunlar için de millî şuur lâzımdır. Senin Selçuklu ve Osmanlı eserlerin yıkılırken Roma’nın, Bizans’ın, Hitit’in kalıntılarını onarmaya çalışmak millî şuursuzluğun belirtisidir. Millî şuuru olan toplum turist getirip para kazanacağım diye Efes’te maskaralık etmez.
Millî ruhu ayakta tutmak için o ruhu yıkmak isteyenlere karşı kanunî müeyyideler de lâzımdır. Bugün memlekette Türkçülüğe karşı cephe alan, millî sembol olan Bozkurt’u, bozkurtçuluğu aşağı görmek isteyen soysuzlar türemiştir. “Sosyal” kelimesinin arkasına sığınarak Lenin’i, Stalin’i, Mao’yu, Hoşiminh’i öven ve bunu fikir özgürlüğü adına yapan vatan hainleri peyda olmuştur. Bu soysuzlar okullara ve üniversitelere kadar sızmıştır. Türk gençliğinin şöyle ülkücü, böyle yüksek yetiştiği hakkında nutuklar verirken onlara zehirli telkinler yapacak satılıkları görevde tutmak akıl ve iz’an dışı bir davranıştır.
Amerikalılar aya inerken Türkiye’nin durumu bir âlem!..
Ne hazırlığımız var? Çekmece’deki atom reaktöründen yarını düşünerek bir takım ön çalışmalarla faydalanabiliyor muyuz? Füze ve roket için şimdilik küçük ve mütevazı bir merkez kurmak aklımızdan geçiyor mu?
Yoksa hâlâ sadece liman, yol ve baraj sevdasında mıyız? Bu barajları hava saldırısına karşı korumak için ne gibi tedbirler alınıyor?
Asla ümitsizliğe kapılmamalıyız. En korkunç badirelerden geçmiş bir ırkız. Millî ülküye sarılmak bize en büyük güçlükleri aşmak kuvvetini verecektir. Şunu da bilmeliyiz ki Turan ülküsünü gerçekleştirmek bu memleketteki bazı satılmışlarla ahmakları adam etmekten çok daha kolaydır.