Malazgirt’in 900. Yıldönümü ve Millî Kültür
Geçmişi anmak insanlara mahsus bir iştir. Hayvanlar geçmişi düşünmez. Onlar yalnız içinde bulundukları ânın kaygısındadır. “Geçmiş” ne kadar kusurlu olursa olsun bugün ve yarın için vereceği derslerle, göstereceği ibretlerle ihmaline imkân olmayan bir kitap, insanlara milletlerin güç kaynaklarından biridir. Bundan dolayıdır ki bir millete geçmişini unutturmak onu yok etmenin ilk şartıdır.
Günümüzde, geçmişi unutturularak yok edilmek istenen bir milletin en tipik örneğini görmekteyiz: Moskoflar, Sovyetler ülkesindeki en azından 40 milyon Türk’ü ortadan kaldırmak için bu çareye başvurmuşlardır. Önce eski ulus, uruk ve boylan sözde ayrı milliyetler hâline getirmişler, alfabelerini ayırarak ortak edebî dili bertaraf etmişler sonra da tarihte görülmemiş bir utanmazlıkla uydurma tarihler düzerek “geçmiş”le ilgilerini kesmeye başlamışlardır.
Aynı maskaralık İran’da da yürütülmektedir. Türk, Fars, Kürt, Arap, Lor, Bülüç ve Ermeni’den kurulu 25 milyonluk devletin içinde 12 milyonluk nüfuslarıyla en büyük ve en enerjik unsur olan Türkler’e Türklüklerini unutturmak için her şey yapılmakta, bu Türkler’in aslında Fars oldukları halde Çengiz istilâsı sırasında zorla Türkçe konuşmaya zorlandıkları gibi ahmakça bir iddia ileri sürülmektedir.
Moskoflar da, Acemler de yabancı oldukları ve mazideki hâdiseler dolayısıyla Türkler’den çekindikleri için bu davranışlarda kendi bakımlarından mazurdurlar. Fakat biz kendimiz maziyi hesaba katmamak gibi bir gafletin içinde bulunursak bu suçumuzu bağışlatacak hiçbir sebep ve bahane ileri sürülemez.
İslâmiyet’ten önceki zamanlarda Türkler millî geçmişlerini biliyorlardı. Milât sıralarındaki Kunlar, aradan iki yüzyıl geçtiği halde Tanrıkut Mete’yi hatırlıyorlardı. 730 yıllarındaki Gök Türkler de diktikleri anıtlarda 180 yıl önceki Bumun Kağan’la İstemi Kağan’ı unutmadıklarını göstermişlerdi. Bundan başka ağızdan ağıza dolaşan destanlarla maziyi yaşatıyorlar, daima bir millî romantizm içinde bulunuyorlardı. Millî romantizm büyük bir güç kaynağı idi. Bugün de öyledir.
Türkler’e millî mazisini unutturan önce manihaizm, sonra da İslâmiyet olmuştur. Gök Türkler’den sonra 745’te Türkeli’nin başına geçip Dokuz Oğuz-On Uygur ve kısaca Uygur denen Türkler’in üçüncü kağanı “Alp Külüg Bilge Bögü Kağan” (759-780), 763’te manihaizmi resmî din diye kabul etti.
Parlak bir medenî hayat yaşayan Uygurlardan kalma binlerce yazma eser Doğu Türkistan kazılarında bulunup Avrupa müzelerine getirilmiş, birçoğu değerli bilginler tarafından yayınlanmış, fakat şimdiye kadar aralarında bir tek tarihî esere rastlanmamıştır. Eserlerin hemen hepsi manihaizm ve budizme aittir. Demek ki yabancılardan alınan din ön plâna geçmiş, milli olanı sürüp çıkarmış ve Türkler’in geçmişle ilgisini kesmiştir. Millî mazi ancak göçebe Türkler arasında ve destan halinde yaşıyordu.
Onuncu Yüzyılda kabul olunan İslâmiyet de millî maziye aynı darbeyi vurmuştur. Hem bu seferki darbe birincisinden daha yaman olmuş, maziyi unutmak faciası halk tabakasına kadar bulaşmıştır.
Anadolu Türkleri Yedinci Yüzyılda üç dört yüz kişi arasında geçen Bedir savaşını, Arapların bir iç meselesi olan Ali-Muâviye düşmanlığını, Hüseyin’in Kerbelâ’da öldürülmesini ısrar ve taassupla andıkları halde On Birinci Yüzyıldaki Malazgirt’i, Türkler’in kendi iç savaşlarında ölen ve her birisi birer millî kahraman olan Kutlamış, Süleymanşah ve Kılıç Arslan’ı unutmuşlar, maziye ait olarak akıllarında sadece şekilsiz bir “Sultan Alâaddin” kalmış, eskiden olan her şeyi ona bağlayarak işin içinden çıkmışlardır.
Haydi, diyelim ki İslâmiyet’e taassupla sarıldılar da İslâmiyet’ten önceki çağı inkâr ettiler. Peki, o halde Hıristiyanlara karşı kazanılan Malazgirt savaşıyla Haçlılara karşı yurdu savunan Birinci Kılıç Arslan, Mesud ve İkinci Kılıç Arslan neden unutuldu?
Süleymaniye Kütüphanesi’nde 1952-1969 arasındaki 17 yıllık görevim sırasında gözden geçirdiğim on binlerce kitabın içinde millî geçmişin hatırlandığına dair bir esere rastlamadım ama “Eshâb-ı Bedr” adıyla yazılmış, Bedir savaşındaki Arapları birer birer adıyla, künyesiyle kaydeden pek çok eser gördüm. Tabiî, hiçbirisi zamanında tespit edilmemiş, hepsi savaştan çok uzun süre sonra kaleme alınmış olan bu isimlerin hemen hepsi uydurma ve yakıştırma idi. Fakat Türkler bunlara hakikat diye bakıyor, buna karşılık kendi geçmişini anmıyor, kendisini hesaba katmıyor, kavm-ı necib-i Arab’ın mefâhirini bütün yalan dolanlarıyla kabul ediyordu. Hâlid bin Velid, Târık bin Ziyâd büyük kumandan diye göklere çıkarıldığı halde onları emir eri diye bile kullanmayacak olan Çağrı Beğ, Afşın Beğ, Oruç Reis unutulmuştu.
Büyük bir Türk bilgini olan Kemalpaşaoğlu Ahmed Şemseddin, Arapça’dan sonra en üstün dilin Farsça olduğuna dair makale yazmıştı.
Türkler nasılsa Osmanlılar çağını unutmamışlardı. O da hâkimiyette bulundukları içindi.
1971 Ağustosunun 26’sında Malazgirt zaferinin 900’üncü yıl dönümü kutlanacak. Bu, çok yerinde bir davranıştır. Fakat her millî işte olduğu gibi yine geç kalınmıştır. Şimdi yapılacak şey Malazgirt savaşı ve Alp Arslan için dikilecek anıtın temelini atmaktan ibaret kalacaktır.
Büyük zaferlerin ve büyük kara günlerin yıldönümlerini anmak milletleri ruhlandırmak, inançlarını berkitmek için şarttır. Macarlar 1926’da Mohaç bozgununun 400’üncü yıl dönümünde büyük bir tören yapmışlardı. Biz ise 1953’te İstanbul fethinin 500’üncü yıl dönümünü kepaze ettik. Yunanlı dostlarımız gücenmesin diye töreni sönük göstermek için ne lâzımsa yapıldı. Yalnız başkalarını düşünmek, kendimizi hesaba katmamak bize mahsus bir özellik. Acaba bu milli bir ruh hastalığı mı?
Malazgirt’in 900’üncü yıl dönümü yurt kalkınmasında bir hamle yapmak için de mühim bir fırsattı. Genelkurmayın, jeologların, meteorolojinin, Devlet Su İşlerinin ve ilgili bütün dairelerin reyleri alınarak Malazgirt savaşının yapıldığı ovanın kenarında “Alparslan” adıyla bir şehir kurmak, Plânlama Teşkilâtının teklif edeceği fabrikaları dikmek, bir üretme çiftliği ile hara yapmak ve 24 Oğuz boyunu canlandırmak için Alparslan şehrinin çevresinde 24 modern örnek köy kurarak Anadolu’ya köyler halinde dağılmış olan Oğuz boylarından seçme aileleri oraya yerleştirip fennî tarıma yöneltmek, pilot bölge denilen bir örnek kesim kurmak için bire bir fırsattı. Düşünülmedi. Çünkü partizan hükümetler önce kazanacakları oyları, sonra taraftarlarına sağlayacakları çıkarı düşünmek alışkanlığında olduğundan millî şuur felce uğramıştı.
Nitekim radyo haberlerinden öğrendiğimize göre Malazgirt için yapılacak her şey 26 Ağustos 1971’de başlayacaktır. Halbuki o gün her şeyin bitmiş olması ve her şeyin açılış töreninin yapılması gerekirdi.
Millî kültürü geliştirip yeniden yaymak için Millî Eğitim ve yeni kurulan Kültür Bakanlıklarına hayli iş düşecektir ve öyle görünüyor ki yeni hükümetin başını belâya sokacak olan tek konu eğitim reformu olacaktır.
Toprak reformu beş on yıllık sürede sonuca bağlanabilir. İdaredeki kırtasiyecilik bir iki kanun ve sert uygulama ile çözüm yoluna girebilir. Uçak ve tankları Türkiye’de yapmak biraz sabır ve çalışma işidir. Bütçe açığı ciddî tasarrufla önlenebilir.
Fakat iş eğitime gelince o kadar kolay değildir. Eğitim reformunda bilgi ve millî terbiye söz konusudur. Kurslarla öğretmenlerin bilgi eksiklerini tamamlamak mümkündür ama millî terbiye kursla verilemez. Eğer öğretmenin kafasında Marks, Lenin, Mao gibi hastalıklar varsa o öğretmen kaybedilmiş demektir. Başımızı kuma gömmeden söylemek gerekirse bugün Moskofçuluk, Maoculuk alabildiğine sürüp gitmekte, binlerce öğretmen onmaz ruh hastalığına tutulmuş bulunmaktadır. Kendi milletine ve vatanına düşman olan; Moskof’u, Çinli’yi bekleyen ve özleyen öğretmenlerle Türk çocuklarına nasıl millî terbiye verilecek? Sıkı Yönetim Mahkemelerine düşen öğretmenler bu hastaların pek küçük bir bölümüdür. Ötekiler göze çarpmadığı veya sindiği için yerlerinde bırakılmıştır. Yarın elverişli ortam bulunca bunlar yine ağularını saçmaya başlamayacak mıdır?
Demek ki eğitim reformu için binlerce öğretmeni feda etmekten başka çıkar yol yoktur. Güç iş. Fakat yapılmalıdır. Ordudan 7.000 subayı birden emekliye sevk eden, 1500 Harbiyeliyi birden askerlikten çıkaran prensip, milletin yarınını feda etmemek için birkaç bin öğretmeni feda etmekten çekinmemek zorundadır. Yoksa Türk milletinin geleceğinden ümit kesmek lâzım.
Kültür Bakanlığının kuruluşu yerinde bir kararın sonucu idi. Fakat kültür bakanının iş başına geçer geçmez, sanki başka hiçbir mühim mesele yokmuş gibi, tiyatro ve baleden bahsetmesi bizi ha- yal kırıklığına uğrattı. Türk kültürü deyince akla en son gelecek şey tiyatro, hiç gelmeyecek şey ise baledir:
Kültür nedir? Millet fertleri arasındaki ortak değer ve inançlar değil mi? O halde Türk kültürü deyince ilk düşünülecek konu “dil”, sonra da “ahlâk”, “tarih”, “müzik”, “mimarlık”, “süsleme sanatları” ve “folklor”dur.
Kültür Bakanlığından ilkönce tiyatroyu köye kadar götürmesini değil, “Türk Kültürünü Koruma Kanunu” adlı bir kanunla milletimizin temelini baltalayan sebepleri ortadan kaldırmasını beklerdik.
Tiyatro kurmak kolaydır. Şimdi herkes artist olduğu için sahne sanatkâr bulmak da güç değildir. Fakat Türk milletine ve onun halk tabakasına millî şuur, zevk ve kültürü aşılayacak tiyatro eserleri nerde? Kültür Bakanı Türk köylüsüne Hamlet yahut Faust’u, yerli piyes diye de solakların devrik cümleli eserlerini seyrettirecekse hiç zahmet etmesin.
Türk kültürünün baş unsuru olan Türkçe’yi korumak ve geliştirmek derken, tabiî, okullarda öğretilecek sağlam dil bilgisini, sekizinci yüzyıldan beri temel eserleri bilinen Türkçe eserlerden seçme parçaları, Türk lehçelerini kastediyorum. Bu vatanın “Türkeli’ olması için bütün coğrafya isimleriyle her türlü ticarî, ilmî, iktisadî, kültürel ve turistik kuruluş adlarının Türkçe olmasını, bir Dil Akademisi kurulmasını ve utanç verici şekilde hâlâ tespit edilmemiş bulunan imlânın kesin hal almasını, Türk tarihinin millî şuur ve menfaat açısından tedvinini ve Türkiye’de ne kadar Türk mimarî eseri varsa hepsinin onarılarak yıkılmaktan kurtarılmasını kastediyorum.
Mühim bir nokta da Türkiye’nin uygun bir yerinde bir “Ölmezler Yolu’nun yapılmasıdır. Ölmezler Yolu, Türk tarihinin ulu kişilerinin heykel ve anıtlarıyla süslü, en heybetli ağaçların gölgelediği bir tarih yoludur. Şimdilik Alp Er Tunga ile başlayıp Atatürk’le bitecek ve ilerde de yetişecek büyüklerin heykel ve anıtlarının eklenebileceği uzun ve gösterişli bir yol..
Büyük kahramanlar, devlet başkanları, başbuğlar, bilginler, şairler için törenler Ölmezler Yolu’nda yapılacak, geçit resimleri burada olacaktır. Bütün Türk çocukları en aşağı bir defa bu yolda yürüyecek, her büyüğün anıtında yazılı birkaç satırı okuyarak Türk olmanın gururunu burada tadacaktır.
Bir millet yalnız Keban Barajı, Ayşe fırını ve Hilton Oteli ile beslenmez. Geçmişin büyüklüğünden hız alarak daha büyük gelecekler için ümidini bilemezse yozlaşır.
Türk Kültürünü Koruma Kanunu, kültürün mühim bir bölümü olan ahlâkı da koruyacağı için Türk ahlâkını yıkıcı yazılar, resimler, piyesler, filimler, reklâmlar, dernekler bu kanunla yasaklanacak, böylelikle millî çöküntü önlenecektir.
En büyük sosyal kanunlardan biri “taklid”dir. Gazete, dergi, film, sahne, radyo, plaj ve sokakta daima “gayrı millî”yi, daima “gayrı ahlâki”yi gören genç nesillerin birer milli kahraman, ülkücü yiğit olarak yetişmesine imkân yoktur. Sokakları dolduran karı kılıklı erkekler gördüğünü taklidin sonucudur.
Bunun çaresi, yukarda da işaret ettiğimiz gibi “Türk Kültürünü Koruma Kanunu’dur. Müthiş bir telkin vâsıtası olan, bu sebeple birer okul gibi mütalaa edilmesi gereken tiyatro ve filim devlet kontroluna alınıp millî, ahlâkî, vatanî propaganda haline getirilirse manevî kalkınma için en tesirli tedbir olur.
Malazgirt’in 900’üncü yıl dönümünde o savaşı kazananların ruh ve karâkter sağlamlığı ile bugünün acıklı manevî yapısı arasındaki çelişki bize bunları düşündürdü.
Vaktiyle, Demokrat Parti iktidarında, hükûmetin ıvırzıvırla uğraşması ve uyarmalara aldırış etmemesi dolayısıyla, Dr. Cezmi Türk bir Meclis konuşmasında “biz Meclise değil, zabıtlara hitap ediyoruz” demişti.
Biz de yarınki araştırıcılara hitap ettiğimizi sanıyoruz.
Başka ne yapabiliriz ki?…