İnsanlar daha iyi ve kutlu bir hayatın özlemi içindedirler. Zekânın gelişmesiyle, içinde yaşadığı sefaletin korkunçluğunu kavrayan insan, bahtiyar olmak için bir yandan enerji harcarken bir yandan da mânevi yönden bunun sebeplerini hazırlamaya uğraşmıştır.
Daha iyi ve güzel bir hayat için bazen gerçekçi, bazen ülkücü, bazen de hayalci ilkeler ortaya atılmış, tarih bu ilkelerin çarpışmasıyla dolup taşmıştır.
Gerçekçi ilkeler uygulanması kolay, akla yatkın gelen, kısa vadeli ve büyük fedakârlık istemeyen ilkelerdir. Türkiye’nin sanayileşmesini istemek gerçekçi bir düşüncedir. Uygulanması kolay olduğu için her aklın kabul edeceği niteliktedir. Kısa vâdelidir. En çok 40-50 yılda gerçekleşecek bir plâna muhtaçtır. Büyük fedakârlık istememektedir. Yapılacak en büyük fedakârlık 40-50 yıl için çalışma saatlerini biraz arttırmak, sarfiyatı biraz sıkmak gibi basit tedbirlerden ibarettir. Millet hayatında 40-50 yıla çok denemeyeceği gibi masrafından kısmak da ciddi bir fedakârlık sayılamaz.
Ülkücü ilkelerin uygulanması güçtür. Bunlar her aklın kolaylıkla kabul edemeyeceği kadar parlak ve heybetli düşüncelerdir. Uzun vadelidirler ve sonsuz fedakârlık, kan ve can vergisi isteyen nesnelerdir. Fakat milletlerin gönlünü sevinç ve heyecanla dolduran yürütücü kuvvetlerdir. Tarihin en büyük kahramanlıkları ve fedakârlıkları bunlar uğrunda yapılmıştır. Çetin çarpışmalar isteyen ülküler, çetin savaşçılar yetiştirmek bakımından da olağanüstü ortamlardır. Ülkücü ilkeler, uğrunda çarpışan insanları yükseltip Tanrı’ya yaklaştıran ilkelerdir.
“Kızılelma” bunlardandır.
Dünyada en büyük hak yaşamaktır. Ülküler, insanları bu haktan vazgeçirecek kadar büyük ve kuvvetlidir. Kabul etmelidir ki yüz binlerin hayattan vazgeçmesinde görülmemiş bir ululuk ve yücelik vardır.
Hayalci ilkeler, gerçekleşmesine imkân olmayan, hasta beyinlerde türemiş serseriliklerdir. Kendini insanlara sevdirerek değil, aldatarak veya zorbalıkla kabul ettirebilir. Makedonyalı İskender’in bütün insanları tek millet yapmak istemesi buydu. Anarşistlerin, hükümetleri kaldırmak istemesi de budur. Son örneği ise komünizmdir.
Fakat tarihin akışı değiştirilemiyor. Sömürücülük diye ilân ettikleri, düşman sayıp savaş açtıkları burjuva metotlarına Kremlin komünistleri yavaş yavaş dönüyorlar. Çünkü kırk yıllık hayalin kendilerine neye mal olduğunu anlamaya, mali hülyadan ayılmaya başladılar. İnsanlarda anadan doğma “mülkiyet” düşüncesinin, “hürriyet” sevgisinin, “millet” ve “din” duygularının olduğunu anladılar. Dönüyorlar. Sovyetlerdeki bütün milletler kültür bakımından ilerleyip direnecek duruma geldiği için artık ister istemez kaytarıyorlar.
O eski bayağı ve utanmaz komünist urcûfelerini şimdi Çinlilerle Arnavutlara, bir de bizim memleketteki solaklara bıraktılar.
1964’te Rusya’yı gezip de intibalarını yazan Yugoslav Edebiyat Profesörü Dr. Mihaylof’un şu satırları ibretle okunmaya değer:
Bilhassa Rus gençleri, kapitalist düşüncelerin, memleket içinde geniş çapta yayılmasına yol açmakta ve Kremlin’i tehdit etmektedir.
Rusya’da, son yıllarda doğan ve süratle gelişen orta sınıf halk, politika değil, iyi ve yüksek bir hayat seviyesi peşindedir ve bu haklarını elde edebilmek için de, hükümetle, her türlü eski kafalı bürokrat idarecilerle mücadele etmektedir. Gelişmelere bakılacak olursa, Sovyet Rusya’nın yüzde yüz kapitalist bir ülke olarak belirmesi uzun yıllara değil, önümüzdeki birkaç yıla bağlı olan bir mesele olarak kabul edilebilir.[1]
Görülüyor ki tarihin akışını değiştirmeye yeltenenler, sonunda beyinsiz kafataslarını gerçeğin kayasına çarpacaklardır. İşçiye hak tanınması başka şey, onun medenî bir topluluğa hâkim olması başka şeydir. Toplum hâkimiyeti daima “burjuva” denilen aydın ve yürütücü sınıf kalacaktır. İşçinin hâkimiyeti, milletleri Hotanto durumuna getirmekten başka sonuç veremez.
Yugoslav profesörünün yazısı bizdeki solcu hayvanların gözünü açar mı, sanmıyorum. Onlar Mihaylof hakkındaki hükümlerini elbette vermişlerdir. Faşist ve gerici …
[1] Yeni Gazete (25 Temmuz 1965).