Cumhuriyetle idare olunan memleketlerin birçoğunda devlet başkanının pek az yetkisi vardır. Buhranlı zamanlarda Millet Meclisini feshederek seçime gitmek, yahut başbakanı görevinden geri çekmek gibi bir kuvveti yoktur.

Türkiye’de de durum aşağı yukarı böyledir. Cumhurbaşkanının en mühim fonksiyonu başbakanı seçmekten ibarettir. Tabiî o da Meclisinin oyundan geçmek suretiyle değer kazanır.

Anayasalarda devlet başkanlarının yetkilerini son derece kısmak, geçmişteki bazı olayların doğurduğu korkunun neticesidir. Devlet başkanının sözü fazla geçerse diktatörlük olur endişesiyle yetkiler sınırlandırılmıştır.

Fakat devlet başkanından alınan yetkilerin korkulan sonuçlarına bu sefer başbakanlar veya partiler sahip çıkmaktadır. Bir memlekette diktatörlük olacaksa diktatörün cumhurbaşkanı veya başbakan olması arasında hiçbir fark olamaz.

Buna karşılık bazı devletlerde devlet başkanının büyük kanunî yetkileri vardır. Tipik örneğini Amerika Birleşik Devletlerinde gördüğümüz bu sisteme “başkanlık sistemi” denilmekte ve Amerika Cumhurbaşkanı aynı zamanda başbakanlık görevini de uhdesinde tutmaktadır.

Mantıkî olarak bir devletin en nüfuzlu ve otoriter şahsiyetinin devlet başkanı yani kral veya cumhurbaşkanı olması icap eder. Otoriteyi ondan alarak daha aşağı kademedekilere veya top yekûn bir partiye vermekte elbette isabet vardır denilemez.

Bizim anayasamızda bir cumhurbaşkanının iki defa seçilmesi önlenmiştir. Aradan bir seçim devresi geçtikten sonra tekrar seçilmesine ise cevaz verilmiştir. Bununla Aralıksız 14 yıl devlet başkanlığında kalacak şahsın, otoritesini çoğaltarak diktatörlüğe kayması önlenmek istenmiştir. Fakat bir partinin üst üste kazanacağı seçimde 16 yıl memleket kaderine hâkim olması ve bu 16 yılda aynı şahsın başbakanlıkta kalması sakıncalı görülmemiştir.

Millet bir partiyi 16 yıl başta tutmak istediği gibi bir şahsı da pek âlâ 14 yıl devlet başında görmek isteyebilir. Demek ki anayasanın bu hükümlerinde millet arzusunu kısıtlayan bir özellik vardır.

Acaba bir parti veya bir şahıs, anayasanın bu maddesinin, yani bir kişinin üst üste iki defa cumhurbaşkanı olamaması hakkındaki maddesinin anayasaya aykırı olduğunu ileri sürerek Anayasa Mahkemesine başvurursa nasıl bir sonuç alır? Bu, cidden meraka değer bir konudur.

Türk devlet başkanları ikinci defa da seçilebilmeli, fakat ikinci devre yedi yıl değil de dört veya üç yıl olmalıdır” dersem bunu anayasa profesörlerinden bazılarının kabul edebileceği umulur. Fakat cumhurbaşkanlarının yetkilerinin çoğaltılması teklifine şiddetle karşı koyacakları muhakkaktır.

Otorite, disiplini sağlayan baş faktördür. Disiplin ise gelişmenin, sonuç almanın, büyümenin, ilerlemenin, medeniyetin şartıdır. Türkiye’nin geçirdiği son siyasî buhranda devlet başkanının işe karışması olmasaydı yatışma bu kadar çabuk olmayacaktı. Belki de çok tatsız olayları önleyen bu karışmayı bazı mebuslar anayasaya aykırı buldular. Peki ama bir cumhurbaşkanının görevi yalnız başbakanı seçmek, elçileri kabul etmek ve kanunlara imza atmak mıdır?

Cumhurbaşkanının asıl görevinin yüksek hakemlik olduğunu söyleyenler de çıktı. Yüksek hakemlik için bir devletin başında bulunmaya ihtiyaç yoktur. Kavga eden partiler veya gruplar kendi istekleriyle her zaman bir hakem bulabilirler. Anlaşamamanın konusu çok defa hukuk ve kanun meseleleri olduğu için bu hakem bir hukuk profesörü olabilir. Türk devletinin başkanları ise daha başka ve hayatî konularda aracılık ve yatıştırıcılık yetkisini taşımalıdır.

Anayasa değişikliğinin 1969 Ekim’indeki seçimlerden sonra söz konusu edileceği anlaşılıyor. Bu değişiklik yapılırken şimdiye kadar edinilen tecrübelerden de faydalanarak anayasanın diğer yönlerini de düzeltmek çok yerinde bir davranış olur.

Bu arada devlet başkanlarının kanunî yetkilerini çoğaltmak, iki defa seçilmelerini sağlamak sözün kısası Türk milletinin alışık olduğu ve özlediği kanunî otoriter getirmek, Türkiye’nin hızla sürüklendiği anarşi yollarını kapamak için tedbirdir.

Şüphesiz bu düşünce ve teklife solcular saldıracaktır. Hani özledikleri ve taklit etmek istedikleri rejimlerde devlet başkanlarının protokolde ancak üçüncü sırayı işgal ettiği, parti genel sekreterinin devlet diktatörü olduğu grev, yürüyüş, muhalefet, itiraz haklarından her birinin en aşağı hapis ve sürgünle karşılık gördüğü solcular.

Onları şimdilik kendi yüksek felsefeleriyle bir tarafa bırakarak aklı başında olanları bu konu üzerinde dinlemek: Hukuk, sosyoloji ve tarih bilginlerinin düşüncelerini öğrensek, herhalde, daha sağlam bir millî temele oturmak bakımından çok hayırlı olur.

Share
Published by
Hüseyin Nihal Atsız