Büyük Türk müverrihlerinden biri, bugün darülfünunda Türk tarihi profesörü olan Başkurdistanlı Zeki Velidi Bey, Mısır’da bastırdığı Türk tarihine ait bir kitabında büyük harbin neticesinin garp cephesinde değil Çanakkale’de hallolunduğunu söyledikten sonra, artık bununla Türkler’in dört asırdır devam eden tarihteki münfail rolünün bittiğini ve Türklerin yine eski zamanlarda olduğu gibi “faal” vaziyete geçtiklerini söylüyor. Bu fikre ben de iştirak ediyorum. Fakat bu, hiç bir zaman, artık Türk ırkı için tehlike kalmadığını işaret etmek değildir. Bununla ne demek istiyorum, şimdi onu anlatacağım:
Bugün biz Yakın Şark medeniyeti dairesinden garp medeniyeti dairesine giriyoruz. Bu hareket gündelik gazete sütunlarında gördüğümüz gibi cumhuriyetin ilânından beri devam eden bir hâdise değildir. Bilâkis, şuurlu olarak bir buçuk asırdan beri devam eden bir vakıadır. Bilhassa on dokuzuncu asrın Türkiye tarihi baştan aşağı garp medeniyetine doğru yapılan hamlenin sarsıntılarıyla doludur. Fakat bütün bunlara rağmen cumhuriyetin ilânına kadar, bu hareketler ihtiyatla yapılıyordu.
Çünkü İslâm medeniyeti ananesi ve irtica henüz kuvvetliydi. Şimdi ise artık garp medeniyetine giriş hamlesinin önüne dikilecek dâhilî kuvvet kalmamıştır. O halde biz bütün hızımızla garba koşabilir, garplı olabiliriz değil mi? Hayır…
İlk önce şunu anlamalı ve şunu bilmeliyiz: Medeniyet nelerdir? Bir medeniyet alınırken onun bütün müesseseleri ve unsurları mı alınır? Yoksa bir kısmı bırakılabilir mi? Vaktiyle Türkler İslâm medeniyetine girerken o medeniyetin bütün müesseselerini almışlar ve tabiî o müesseselerin başında bulunan “din” i de birlikte ve en önce kabul etmişlerdi. Bugün de garp medeniyetine girerken, bu girişin tam olması için, garp medeniyetinin bütün müesseselerini alacak mıyız?.. Ve garbın dini olan Hıristiyanlığı da kabul edecek miyiz?
Bugün din hayatta birinci safta bir rol oynamıyor. Devlet dini bir kenara atmıştır. Fakat din, halk yığınları üzerindeki büyük nüfuzunu yapmakta devam ediyor. Ve Bolşevik Rusya müstesna olmak üzere hiç bir devlet, hiç bir millet dinsizliğini ilâna cesaret edememiştir. O halde mademki Türk milletinin de bir dini olması lâzım, bu din ne olacaktır?
***
Vaktiyle millet meclisinde, asrî hayatın ahlâksızlık doğurduğunu iddia eden bir mürteci mebusa karşı, Hamdullah Suphi Bey verdiği cevapta “medeniyet bir memlekete gümrüğe uğramadan gelir” demişti. Bununla Hamdullah Suphi Bey garp medeniyetine girerken onun her şeyini kabul etmek zaruri olduğunu, hatta kötü cihetlerden de kaçılamayacağını söylemek istemişti. Bu söz bir mürteci mebusu susturmağa yetişebilirdi ve nitekim yetişti de… Fakat bu söz hakikatte çürük bir fikrin mahsulüydü. Çünkü gözümüzün önünde bunun aksini ispat eden koca bir Japonya vardı. Bu fikir yalnız bir Türk münevverinin, Türk Ocakları reisinin, milliyetperver ve mefkûreci geçinen bir mebusun fikirleri olmak itibarıyla manidardı. Hamdullah Suphi Beyin bu sözleri başkaları tarafından da başka kelimeler ve şekillerle söylenmemiş olsaydı, o zaman münferit bir fikir der geçerdik. Fakat onun bu fikirleri başkaları tarafından daha büyük bir vuzuhla söylendi. Bunlardan birisi darülfünunda ruhiyat müderrisi olan Sekip Beydir. Sekip Beyin fikrinin hülâsası şudur: “Mademki garpla bir olmak istiyoruz, dinlerimizin de bir olması lâzımdır; mademki onların Müslüman olmalarına imkân yok, o halde biz Hıristiyanlığı kabul etmeliyiz”. Sekip Bey bu fikirlerini matbuat sütunlarında veya umumî bir konferansta değil, hususî bir mecliste, Feyziati Lisesinde söyledi. Sekip Beyin birçok fikirleri gibi bu fikrinin de yalnız başına hiç bir kıymeti yoktur. Fakat bu fikir bir darülfünun müderrisinin fikri olmak itibarıyla manidardır.
Fakat bu fikri ileri sürenler yalnız bunlar da değildiler. Bugün “münevver” dediğimiz tecanüssüz zümreye mensup olan pek çok kimseler bu fikrin propagandasını, ideolojisini, felsefesini yapıyorlar. Bunların arasında vaktiyle Ali Emiri’nin tilmizi ham bir softa iken bir yıl Paris’te kaldığı için değişenlerden tutunuz da, Türk edebiyatında fevkalbeşer bir dahî yetişmediği için Hıristiyanlığa âşık olanlara kadar birkaç çeşit tip vardır. Onlara göre İsa’nın insanî ve şiirli dini dururken Muhammed’in kurban bayramı yapan barbar dinine girmek kadar bir yanlışlık tasavvur olunamaz. İnsaniyetperver İsa kullarının vahşetleri bile bu efendiler nazarında “temdin”dir.
Bütün bu anlattıklarımızdan çıkan netice şudur: Bugün Türk münevveri arasında Hıristiyanlığa meyyal bir zümre vardır. Bunlar Hıristiyanlığı din olduğu için değil medeniyete ve insaniyete götüren yol olduğu için isterler.
Diğer taraftan ise bir “İslâmiyet’i Türkleştirme” cereyanı baş gösterdi. Kuran ve ezan Türkçe okunmaya başladı. Fakat nedense bu güzel iş yarıda kaldı. Halbuki Hıristiyanlık taraftarlarının fikirleri durmadı: Propagandaları susmadı. O sinsi sinsi yoluna devam ediyor. Beriki saman alevi gibi gelip geçtiği halde, bu saman altında yürüyen bir su gibi kendini belli etmeden ilerliyor.
***
Vaktiyle Türkler medeniyet değiştirip Manihaizm’e, Budizm’e ve İslâmiyet’e girerken dillerini saklayabilmişlerdi. Fakat edebiyat dili bu medeniyetlerden şiddetle müteessir olmuş, Türkçe’nin safiyeti bozulmuştu. Türkler İslâmiyet’e girerken, o zaman dillerine yabancı kelime girmesinin tehlikesini anlatacak kimse çıkmamıştı. Bugün yeni bir medeniyete girerken dilimize yabancı sözler girmesinin ne büyük bir tehlike olduğunu birçok kimseler haykırdı. Bundan başka bugün önümüzde, mazide yaptığımız yanlışlığın misali bütün belâgatıyla duruyor. Fakat bunlara rağmen yabancı kelimeler bugün dilimize yabancı bir ordu hâlinde giriyor. Buna da en büyük sebep münevverler ve gazeteler oluyor. Bugün dünden değişmiş hiç bir şey yoktur. Dün bol bol Arapça Acemce giriyordu. Bugün de bol bol Fransızca, İngilizce giriyor. Bu kadarla kalsa iyi. Beri taraftan da Türk olmayan yerli anâsır dilimizi bozuyor. Kendisinin “Musevi Türk” olduğunu söyleyen bir Yahudî müderris çıkıyor “Küçük Türk Tetebbuları” diye bir eser yazıyor. Bu bozuk şive yavaş yavaş halka ve resmî dairlere de giriyor. Satıcılar mallarını “kol düğmeleri”, “yaka iğneleri”, “kahve fincanları”, diye satacak yerde “kol düğmeler”, “yaka iğneler”, “kahve fincanlar” diye satmaya başlıyor. Beri yandan resmî dairelerde bile adreslerin meselâ “Havyarcı Hanı”, “Dere Sokağı” şeklinde yazılacak yerde “Havyarcı Han”, “Dere Sokak” şeklinde yazıldığını görüyoruz. Bu kadarla da kalmıyor. Memlekette bir takım mühim müesseselerin adları da züppeleşiyor. “Turing kulüp”, “Aera kulüp” gibi “lisan veledi zinaları” meydana çıkıyor. Bütün bunlar gösteriyor ki bir dil zabıtasına olan ihtiyaç kuvvetlidir. Halbuki bu dil zabıtalığı işini yapmak üzere kurulan ve içlerinde Ragıp Hulusi Beyden başka hiç biri dilden anlamayan, bir kısmı da alaylı lisaniyatçı olan bu “Dil Encümeni” yaptığı lügatin başına “aeroplân” kelimesini koyuyor. Tanesi on kuruşa kelime toplayan bu heyet de düzelteceği dilin beline bir tekme vurarak hiç bir iş yapamadan ölüyor.
Halbuki vaktiyle Arapça ve Acemce de dilimize böyle sokulmuştu. Türkçe’ye önce “Allah” girmiş “Muhammed” onun peşinden gelmiş, ondan sonra kelimelerin yerine klişe cümleler birbirini kovalamıştı. Bugün de aynı şey oluyor. Artık münevverlerimizin ağzında sade “bonjur”, “bonsuvar” veya “mersi’yi değil, “maparoldonör” ve “idealist pür”ü de sık sık görüyoruz. Türkçe’nin yoksul bir dil olduğu hakkındaki telâkkiler devam ettikçe ve münevverler ruhen Türkleşmedikçe bunun böyle süreceğini kabul etmek lâzımdır. İhtimal ki vaktiyle “Osmanlı lisanı Türkçe, Arapça ve Acemce’den mürekkep bir lisandır” dediğimiz gibi bir gün de “Türk dili Türkçe, Fransızca ve İngilizce’den mürekkep bir lisandır” diyeceğiz. Fakat böyle üzülmektense doğrudan doğruya bir ecnebi dilini kabul etmek daha iyi değil mi? Evet, vaktiyle bu cinayet de yapıldı. Ruhiyat müderrisi Sekip Bey bundan dört beş yıl önce bu altın yumurtayı da yumurtladı. Fakat o zaman Türk gençliği onun karşısında yelesini kabartınca “mağrurane bir ricat”la işin içinden sıyrıldı.
O halde deminden beri söylediğim sözlerin neticesi nedir? Gayet basit: Vaktiyle medeniyet değiştirirken yaptığımız yanlışlıkları bugün de yapıyoruz. Bugün de millî harsımız tehlikededir. Hem bu asırda medeniyetlerin tesiri, eski asırlardakinden kat kat üstün olduğu için tehlike daha büyüktür. Fakat bu kadarla da kalmıyor. Bizim manevî taraflarımız da tehlikededir. Bunu da gelecek sefer yazacağız.