Artık Bir Sınır Çizmek Gerek
Birçok şeylerin sınırını çizmek, daha doğrusu birbiriyle uzaktan ilgisi olan nesneleri iyice ayırmak güç meseledir.
“Dehâ” ile “cinnet” bir noktada birleşir derler, insanlık tarihinde “dâhi” olarak kabul edilen bir hayli insanın aynı zamanda tıbbî mânâsı ile deli olduğu muhakkaktır. Örnek vermeye lüzum yok. Herkes bunlardan bir iki tanesini bilir.
Bunun gibi “nezaket’le “ikiyüzlülük”, “doğru sözlülük” le “kabalık”, “ihtiyat’la “korkaklık” da birbirinden kıl payı farkı bulunan, ayrılması güç olan, kolaylıkla birbirine karışan karakterlerdir. “Hürriyet”le “anarşi”de böyledir.
Bunlar, kişiler arasında kaldığı sürece pek zararlı sayılmayabilir. Bir adamın kabalığı veya korkaklığı ancak kendisiyle yakın çevresini ilgilendirir. Fakat iş topluma ait olunca mesele değişir.
Hükümetler, nazarî olarak; milletlerin düzeni, refahı, emniyeti ve ahlâkı için seçilmiş heyetlerdir. Onun için hükümetlerin ikiyüzlü, kaba ve korkak olması şahısların ikiyüzlülüğüne, kabalığına ve korkaklığına benzemez. Sonuçları bakımından çok zararlı olur.
Bugün söz konusu etmek istediğimiz mesele “hoşgörürlük” üzerinde olacaktır. Hoşgörürlük (eski deyimle “müsamaha”) aslında iyi bir şeydir. İnsanların olur olmaz kusurlarını ve yanlışlarını görüp yüzlerine vurmak, cezalandırmak iyi değildir. Hem cesaret kırıcıdır, hem inciticidir, hem de tepki doğurucudur. Kusurları öğütle, hatırlatmakla ve nihayet sert söylemekle düzeltmeye bakmak faydalıdır. Ancak bunlar sonuç vermeyince yahut kusurda, suçta direnen kimse başka türlü yola gelmeyince ceza yoluna gidilir.
Bugün Türkiye’de herkes huzur isterken ve millet de iyi kötü oy kullanarak hükümet değiştirmek prensibine alışmışken yüksek öğrenim gençliği arasında görülüp kendilerinin “bunalım” dediği “bulantı verici davranışlar” yavaş yavaş manevî yapıyı saran bir kanser haline gelmektedir.
Bazı profesörlerin profesörlüğü kazanç vasıtası haline getirdiği, imtihan sistemlerinde aksaklık ve hattâ haksızlıklar olduğu muhakkaktır. Hele üniversitelerde esersiz ve değersiz öğretim üyeleri bulunduğu, bir takım kliklerin Bizans sarayı entrikalarını andıran tertipler peşinde koştukları herkesçe bilinmektedir. Öğrencilerin de kendi haklarını korumak için bir takım kanunî yollara başvurmaları elbette haklarıdır.
Fakat şu işgaller ve boykotlar nedir? Aldıkları emri yerine getiren polisleri, çileden çıkaran o hakaret beyannameleri nedir? Üniversite yönetiminde söz sahibi olmayı istemek gibi bayağı şımarıklıklar nedir? İşgal edilen üniversite binalarında yapılan tahribat nedir?
Üniversite muhtariyeti demek profesörlerin siyasî kuvvet tarafından tayin ve azledilmemeleri, ilmî çalışmalara kimsenin karışmaması demektir. Yoksa üniversite içinde her türlü rezalet ve çapulculuk yapıldığı halde bir yığın şımarığın devlet ve millet aleyhindeki hezeyanlarını, yılışıklıklarını hoş görmek değildir. Henüz vergi vermeyeni askerliğini yapmamış olan ve geçimi başkaları tarafından sağlanan insanlar devleti yönetmek iddiasında bulunamazlar. Bulunuyorlarsa başkalarından buyruk ve direktif al|in satılmışlar demektir.
Bugün üniversite ve yüksek öğrenim gençlerinin büyük çoğunluğu bir an önce mezun olarak hayata atılmak, hayatını kazanmak gayesi ardındadır. Bunlardan çoğu mezun olunca ailelerinden bir veya birkaç kişinin sorumluluğunu üzerlerine almak durumundadır. Birkaç yüz şımarığın ve satılmışın edepsizliği yüzünden binlerce, gencin istikballerinin sarsıntıya düşmesi her şeyden önce adalet duygusuna aykırı düşer. İşte burada hükümetin hoşgörürlüğü sona erer. Çünkü Ziya Paşa’nın dediği gibi:
Nush ile yola gelmeyeni etmeli tekdir;
Tekdir ile uslanmayanın hakkı kötektir…
Yassıada duruşmaları sırasında baş yargıç tarafından sanıkların başına kakılarak sorulan soruların biri de memleketin gözbebeği olan gençlere karşı uygulanan sert tutumdu.
O zamandan beri Türk gazetelerinde görülen yabancı memleketlere ait resimlerde polisin üniversite gençlerini nasıl dövdüğü, Türk kamu oyunun fikrini herhalde değiştirmiş olmalıdır. Almanya, Fransa, İngiltere, İtalya ve özellikle Japonya’da anarşik hareketler bastırılırken polisin Allah yarattı demeden vurması o memleketlerde polise hakareti gerektirmiyor. Unutulmamalıdır ki bu saydığımız ülkelerin hepsi de demokrasi ve kültürde Türkiye’den ileri memleketlerdir. İlerilik anarşiyi değil, disiplini getirir.
Üniversiteyi işgal etmek, profesörleri dışarı atmak üniversite öğrencisinin değil, sokak külhanisinin işidir. Bu seviyeye düşmüş insana “lütfen oradan çık” denmez, dayak atılır. Tıpkı bir yankesiciye “çaldığınız parayı geri vermek lûtfunda bulunur musunuz? denmediği gibi.
Hoşgörürlüğün sınırı aşılınca bunun adına “aldırmazlık” denir ki bir hükümet için asla caiz görülemez.
Hükümet herhalde, siyasî tansiyon yükselmesin diye bu gibi olaylarda sertlik yolunu tutmaktan çekiniyor. Fakat bu çekinme kendi lehinde değildir.
Türk milleti 3000 yıllık millî terbiyesi gereğince kuvvetli ve otoriter hükümetlerden hoşlanan ve onu isteyen bir karaktere sahiptir. Hele üniversite bunalımı adı altında kızıl propaganda ve komünist kışkırtmaları yapılırsa buna göz yummamak, en büyük sertlikle bastırmak vatan borcudur. Beyazıt kulesinden Türk bayrağını indirerek yerine kızıl bayrak çeken vatansızlara müsamaha göstermek yurtseverleri çileden çıkarır ki bu da hem memleket, hem de iktidar için hayırlı değildir. Müsamahanın sının aşılmıştır. Dikkat…