Türkiye ve Kıbrıs
Milletler ve onların teşkilatlanmış şekli olan devletler yaşamak için bir takım tedbirler almaya ve çareler bulmaya mecburdur. Devletler, bu tedbirlerin akıllıca olduğu nisbette büyür, güçlenir.
Bütün tarih bize şu gerçeği gösteriyor: Milletlerin hayatında üç merhale ve üç değişmez prensip vardır: Bağımsızlık, birleşmek, büyümek.
Bir millet, başka bir milletin veya milletlerin hâkimiyetinde ise önce bağımsız olmak için çabalar. Bağımsızlığını kazanmışsa yabancı hâkimiyetlerde kalmış olan soydaşlarını kurtarmaya çalışır. Millî birliğini tamamlamışsa büyümeye uğraşır.
Zamanımızda istenildiği kadar insaniyetten, insan haklarından bahsolunsun; sömürgecilik, emperyalizm istenildiği kadar yerin dibine batırılsın, yürürlükte olan gerçek budur. Bütün tarihte görüldüğü gibi bugün de barışçılık, barışseverlik, savaş aleyhinde bulunmak birer oyalayıcı yalandan ibarettir. Ebedî barış olacağına, bu konuda verilen teminatlara inanan budala milletler bunun acısını bağımsızlıklarını ve haysiyetlerini kaybederek çekerler. Ne kadar çirkin olursa olsun, hakikat şudur ki milletler birbirine yalan söylemek, güler yüz göstererek kuyularını kazmak ve dost maskesi altında çıkar sağlamakla meşguldürler.
Dostluk ve barış yalanlarının en korkunç örneği kısa bir süre önce Çekoslovakya’nın Ruslar tarafından işgaliyle verilmiştir. Sebep, en akılsız insanları bile kandıramayacak kadar sudandır: Batı Almanya, Çekoslovakya’yı zapt etmeye hazırlanıyormuş.
Bu işgal olmasaydı bile insaniyetçiliğin yalan olduğu yine parlak delilleriyle ortadaydı: Ruslar, 40 milyon Türk’le 40 milyon Ukraynalı’nın ve birçok küçük milletin bağımsızlığını yok etmişlerdi. Hani “insanlara hürriyet, milletlere istiklâl” verilecekti? Hani sömürgecilik, emperyalizm yapılmayacaktı?
Cihan tarihinin günden güne çapraşık bir durum alan değişmez kanunları karşısında Türkiye’nin de siyasî sınır dışında kalmış soydaşlarını düşünmesinden tabiî bir şey olamaz.
Büyük Türk milletinin ve tarihinin bugünkü temsilcisi ve vârisi olan Türkiye Cumhuriyeti ilkönce Osmanlı İmparatorluğundan kalan Türkleri, daha sonra da ötekilerini düşünmek mecburiyetinde kalacaktı. Bu, tarihin değişmez kanunu idi. Türkiye’nin onları düşünmemesi, eski bir Osmanlı tabiri ile zaten “tabiyat-ı eşyaya muhâlif” olurdu.
Bu, o kadar güçlü bir kanundu ki, hükûmetler istemese bile millet, hükûmetini bu işe zorlayacaktı. Netekim Türkiye Dışişleri Bakanı Profesör Fuad Köprülü’nün “bizim için Kıbrıs meselesi diye bir konu yoktur” demesinden biraz sonra bizim için büyük bir Kıbrıs meselesi olduğu ortaya çıktı ve hiç de parlak bir gazeteci olmayan merhum Sedat Simavi’nin birkaç yazısıyla Türk milleti birdenbire şahlanıvererek Kıbrıs’ı millî bir ülkü haline getirdi.
Türkiye’nin Kıbrıs’ta ne çıkarı var? Türkiye ileri teknik usullerini uyguladığı takdirde belki de 100 milyon kişiyi besleyecek kadar bir toprağa sahipken nüfusunun ancak beşte biri Türk olan Kıbrıs’la neden ilgileniyor? Kıbrıs, zengin petrol yatakları ve demir madenleri olan bir yer değildir. Türkiye’ye iktisadî yönden büyük bir kazanç da sağlayamaz. O halde neden millet ve hükûmet bu konuya bu kadar eğilmiştir?
Çünkü millî ülkü yalnız madde üzerine kurulamaz. Milletlerarası ilişkilerde, yalnız insanlarda bulunup öteki yaratıklarda bulunmayan şeref ve haysiyet kavramlarının, yani manevî ve ahkâki faktörlerin de büyük payı vardır.
Kıbrıs’la ilgilenmemizin sebepleri şunlardır:
1- Kıbrıs, Yunanistan’a geçtiği veya Kıbrıs’ta Rum hâkimiyeti altında bir devlet kurulduğu takdirde buradaki 100.000 Türk zamanla dağılıp yok edilecektir. On İki Ada’da ve Batı Trakya’da olduğu gibi.
2- Batı kıyılarımıza sokulmuş olup günün birinde mutlaka Türkiye’ye dönmesi gereken eski adalarımızdan sonra bir de güneyimizdeki Kıbrıs’ın Yunanlaşması Türkiye’nin güneyine sokulmuş bir düşman üssü demektir. Gerçi Yunanlılar tek başlarına hiçbir zaman bizim için bir tehlike olamazlarsa da bir ittifak içinde veya Türkiye’nin başka yönlerden saldırıya uğradığı bir anda Kıbrıs, Türkiye aleyhinde tehlikeli bir üs olabilir ve öteki adalar gibi küçük olmadığından bu üssün Türk Hava Kuvvetleri tarafından vurulması hiç de kolay olmaz.
3- Yunanistan, Türkiye’nin ebedî ve barışmaz düşmanıdır. Kendimizi boşuna aldatıp Atatürk ile Venizelos arasında kurulan dostluktan bahis açmayalım. Onlar geçici siyasî manevralardı. Kıbrıs’ın Yunanistan’a geçmesiyle Yunan maneviyatı Megalo İdea bakımından kuvvetleneceği gibi Türk kamuoyunda da “hükûmetlerimiz millî çıkarlarımızı asla koruyamıyor” gibi karamsar bir düşünceye yol açar. Kıbrıs’tan sonra Pontus’a kadar uzanan Yunan emellerine kapı açılmış olur ve devamlı Yunan başarıları Avrupa’da onlara karşı büyük bir sempati sağlar.
4- Kıbrıs asırlarca Türk ülkesi olarak kalmış, bize mal olmuş bir adadır. Hatay nasıl geri alındıysa Kıbrıs da geri alınacaktır. Bugünkü durumda Türk nüfusunun az olması tarihî hakkımızı asla elimizden alamaz. İsrail devleti kurulduğu zaman bugünkü İsrail topraklarındaki Yahudiler yüzde kaç tutuyordu? Bir millet millî inancı kuvvetli olduktan sonra haklarını geri almasını bilir ve o toprakları yine yüzde yüz kendi milletiyle doldurur.
5- Kıbrıs Türkleri yıllarca süren ve cidden kahramanca olan savunmaları ile anavatanla birleşmeye ne kadar liyakatli olduklarını ispat etmişlerdir. Hiçbir kahramanlık mükâfatsız kalamaz.
6- Kıbrıs’ın kaptırılması Türkiye’de büyük bir moral çöküntüsü yaratabilir. Türk milletinin bütün parti, zümre ve fertleriyle birleştiği tek mesele Kıbrıs konusudur. Kıbrıs’ın ele geçirilmesi politik alanda birbirinin gözünü oymakla uğraşan Türk milletini bir süre için birleştirerek iç dağılmayı önleyeceği gibi zaferlerin millet ruhiyatına getireceği kuvveti de sağlayarak bizi daha olgun ve makul bir hale getirir.
Kıbrıs konusundaki tutumumuz başlangıçtan yanlış olmuştur. Kıbrıs’ı istemek, sonra federatif sistemden bahsetmek fikrî bir kargaşalığın Kıbrıs konusundaki plânsızlığın alâmetidir.
Başka devletler ne derlerse desinler, “Kıbrıs Türktür” sloganı ile hareket edilecek ve asla taviz verilmeyecekti. Kıbrıs Devleti kurulup Türkler’e, nüfuslarına göre fazla haklar sağlandığı zaman, Avrupa’dan dönen Türk heyetini karşılayanlar arasındaki ve o zamanki Millet Meclisi Başkanı Refik Koraltan onlara: “Hoş geldiniz Kıbrıs fatihleri” diye hitap etmişti. Bu, çok yakışıksız bir övünç, Türk milletine yakışmayan bir böbürlenme idi. Kıbrıs’ın fetholunmadığı, meselenin sadece bir pamuk ipliğine bağlandığı pek çabuk anlaşıldı.
Şimdi, Kıbrıs meselesinin Millet Meclisi’nde görüşüldüğü şu sırada hükûmetin bu konuda dıştan gelen bir takım güçlüklerle karşı karşıya olduğunu biliyoruz. Fakat milletin bütününe dayanan bir hükûmetin dışarıya karşı çok güçlü olacağını da biliyoruz. Plânı bulunan bir hükûmetin tarihî fırsatlar çıktığı zaman onlardan faydalanması ancak millî şuura malik olmasıyla mümkündür. Korkmakla ve siyasî ihtiyatkarlığı ödleklik derecesine vardırmakla hiçbir şey kazanılmaz. Küçük İsrail’in korkunç bir emperyalizmin örneğini verdiği ve birleşmiş milletler kararını hiçe saydığı zamanımızda Türkiye’nin de Kıbrıs’ı Türkiye’ye eklemek (evet! Kaybedilmiş vilâyetimizi yeniden almak) için bir takım teşebbüslere girmesini beklemek abes değildir. Buna “milletin yarısı okumamışken, memleket yoksulluk içindeyken…” gibi bıktırıcı ve mânâsız itirazlarla karşı çıkılacağını biliyoruz. Yunanistan Kıbrıs ve İstanbul’u almayı düşünürken bütün meselelerini halletmiş değildi. İsrail büyük toprak parçalarını alırken de öyle… Hindistan, ineklere tapınılan, günahtır diye farelerin öldürülmediği ve bu yüzden milyonlarca insanın açlıktan öldüğü geri ve yoksul bir ahmaklar memleketi iken Pakistan’ın Keşmir’ini yemekten çekinmedi. Hattâ aya roket fırlatan Rusya’da bile halk büyük çoğunlukla yoksulluk ve zorluk içindedir. Sözün kısası ülkü hamlesi zaman ve mekân dinlemez.
O halde, elinde Patrikhane gibi büyük bir kozu olan Türkiye ne yapmalı? Siyasî ilişkiler ve andlaşmalar hükûmeti bağlıyorsa Kıbrıs’a çıkarma yaparak birkaç günde meseleyi çözmek iktidarında olan on binlerce sivil ve asker gönüllü ne güne duruyor?