Fatih çağından sonra “Medrese”nin Türk fikir ve siyaset hayatına hakim olması ile başlayan taassubu, türlü iç kavgalara ve kan dökülmesine sebep olarak günümüze kadar gelmiştir. Din bilginleri arasında Ebussuud gibi müsamahalı ve akıllıları bulunduğu gibi, her türlü fikir değerlerinden mahrum ve devleti batıracak fetvalar vermekten çekinmeyen Birgili Mehmet gibi yobazlar da gelip geçmiştir. On Sekizinci asrın sonlarında devletin bütün kuruluşları gibi “medrese” de soysuzlaşmış ve hele “Tanzimat”tan sonra din bilgisi öğrenmek isteyenlerin değil, asker kaçaklarının barınağı haline gelmiştir. Kütüphanelerimizi dolduran eserlerin son 100-150 yılda yazılanlarına bakmak, fikir alanındaki yozlaşmayı reddi imkânsız tanıklarla ortaya koyar.
Hâlbuki daha önce böyle bir taassup yoktu. Büyük bir İslâm mücahidi olan Fatih, İslâmiyet’te haram sayılan resmini yaptırmak için İtalya’dan ressam getirttiği gibi, Fatih’in babası olup Haçlılara karşı büyük gazaları ile tarihe geçen İkinci Murad da bir aralık tahtı bırakıp Manisa’ya çekildiği zaman kadınlardan mürekkep musiki heyetleri arasında dünyadan zevk almış, o çağın bilginlerinden Şükrullah’a musiki risaleleri yazdırmış, şarap içmiş, fakat vatan tehlikeye girince de bütün bunları bırakıp yine ordunun ve devletin başına geçmekten geri kalmamıştır.
Bu büyük gazinin zamanında, hicrî 843’te (milâdî olarak 14 Haziran 1439 – 1 Haziran 1440 arasına tekabül eder) yazılan bir tarihî takvimde Çengiz Ögedey, Mengü, Hülegü gibi Müslüman olmayan büyük Türk hakanları rahmetle anılmıştır.
Üzerine çektiği müttefik haçlı ordularını yenen Yıldırım Bayazıd’ın içkiye düşkünlüğü de meşhurdur.
Orhan Gazi ise kendisiyle birlikte Rumlar’a karşı savaşan dervişlerden Geyikli Baba’ya, içki içtiğini bildiği için şarap göndermiştir.
Bütün bunlara rağmen kimse bu hükümdarların Müslümanlığına toz kondurmamış, konduramamıştır. Ana çizgilerine bakılmış, teferruatla uğraşmak lüzumsuzluğuna kimse kapılmamıştır. Çünkü Murad Beğ’in, Yıldırım’ın şarap içmesi veya Orhan Beğ’in bir dervişe içsin diye şarap göndermesiyle ne dünya yıkılmış, ne dine zarar gelmiş, ne de Müslümanlık kuvvetinden bir şey kaybetmiştir.
Şarap içen, fakat canını ortaya koyarak Rumlarla savaşan Geyikli Baba, beş vakit namazı kaçırmadığı halde tefecilikle milleti soyan, yalan söyleyen ve iftira atan bugünün soysuzlarından elbette çok yüksek olduğu gibi, şarap gönderen Orhan Gazi de günümüzün şarapsız Arap hükümdarlarına göre elbette bin kat yararlı, faydalıydı.
Bugünkü Türkiye, yüz yıl önceki Türkiye’den çok ilerdedir. O zaman ki gerilikle şimdiki ileriliği karşılaştırmak için vereceğim tek örnek, nerden nereye geldiğimizi göstermesi bakımından çok ibret vericidir.
Bugün Süleymaniye Umumî Kütüphanesi adı altında toplanmış bulunan 100 kadar kütüphaneden biri de Hüsrev Paşa Kütüphanesidir. Hüsrev Paşa Kütüphanesi’nde 807 numaranın 13. mükerrerinde 60 yapraklı bir kitap vardır. Bu kitap İkinci Mahmud çağında Osmanlı ordusunun kuruluşuna nizamlarına, istihkaklarına dair bir eserdir. İşte bu eserde “her orduda bir müşirle üç ferik bulunması ve ferikler arasında okur yazar ve kâr-aşina olanların erkân olması gerektiği” yazılmaktadır.
“Müşir” Osmanlı ordusunda bugünkü orgeneralin karşılığıdır. “Ferik”ler de korgeneral ve tümgenerallere mukabildir. “Kâr-âşinâ” iş bilir, aklı eren anlamında kullanılmıştır.
Demek ki feriklerin, yani kolordu ve tümen komutanlarının bile okur yazar olmadığı bir devre yaşanmıştır ki bugünkü ordumuzda astsubayların bile lise ayarında öğrenimli olmaları karşısında korkunç bir hâdisedir.
Fakat bu kadar ileri gidiş, üniversiteler, ağır sanayi başlangıcı bizi bir yandan da tarihimizde görülmedik fikir düşkünlüklerine uğratmaktan koruyamamıştır, koruyamamaktadır.
İlk önce “Tîcânîlik” diye tarikat mı, mezhep mi, ne olduğu anlaşılmayan bir garabet türedi ve bunların, memleketi kurtarmak için yaptıkları tek hareket Atatürk büstlerini kırmaktan ibaret kaldı. Arkadan Nurculuk çıktı. Saîd-i Kürdî adında cahil bir Kürdün Nur Risalesi diye yazdığı herzeler odalarda topluca okunarak feyz alındı ve bu adamın medresede ancak üç ay kadar okuyarak bütün ilimleri ve fenleri yuttuğu müritleri tarafından iddia edildi. Derken bir de Süleymancılık peyda olarak ötekileri bastırdı. Bunlar, İmam Hatip Okulları öğrencilerini kâfir sayacak kadar sapıttılar. Bunlardan başka Biberiye, Kameriye adlı bir takım güruhlar da işi cinayete kadar vardırdılar.
Türkiye’de vicdan hürriyeti olduğu için bu adamların da vicdanlarına kimse karışmadı. Elde Kur’an varken başka hiçbir okula lüzum olmadığını iddia edecek kadar akıllara durgunluk veren iddialarla ortaya çıkan bu nevzuhurlar demek ki mühendisin, doktorun, kimyacının falan lüzumsuzluğu kanaatindeler ve yalnız ahret için çalışma prensibinin hâkim olması yolunda didinmekteler.
Dinle hiçbir ilgisi olmadığı halde dini inhisara alan bu zavallılara karşı çıkarılacak dinî kuvvet İmam Hatip Okulları ile İlâhiyat Fakültesi veya enstitüleridir. Bizde de, batıda olduğu gibi birkaç dil bilen, felsefeden veya matematikten yahut biyolojiden doktora vermiş din adamları çıktığı zaman Nurcu, Süleymancı, Biberci, Kamerci tayfası kendiliğinden kaybolacak, dinin tamamen bir inanç ve vicdan işi olduğu anlaşılacaktır.
Bugün Diyanet İşleri Dairesinin başında bulunanların, makamlarına lâyık adamlar olmayıp siyasî düşünceler ardında koştukları, hattâ memleketteki siyasi bölücülüğün elemanlığını yaptıkları Senatör Mehmet Özgüneş tarafından açıklanmış, buna tatminkâr cevaplar verilememiştir.
Bizim burada ele almak istediğimiz konu bu değil de, dinin ciddi olması gereken çevrelerinde bile hâlâ Türkçülüğe ve akla karşı takınılan akıl almaz davranışlar olacaktır.
Konya’da “Türkiye İmam Hatip Okulları Mezunları Cemiyeti” tarafından “İslâm’ın İlk Emri: Oku” adıyla aylık bir dergi çıkarılmaktadır. Tamamiyle din meselelerini ele alan ve kendi zaviyelerinde bazı teklifler yapan ciddi bir yayın organıdır. Bunun 1969 Kasımında çıkan 93. sayısında bir yazı şiddetle dikkatimizi çekti. Çünkü bu yazı hem yanlış ve uydurma, hem de Türkçülüğe hakaret eden mahiyettedir. O yazının 21. sayfasında, “Bunları biliyor musunuz” başlığı altında ve Hasan Bağcı tarafından hazırlanan, çoğunun doğruluğu şüpheli bir takım vakaların başında Türkçülüğe hakaret eden şu fıkra yer almaktadır:
Oldukça cins bir fikir adamı olarak yaratıldıktan sonra dünyalar arası büyük muhasebede ölüm dönemecini kıvrılamayan ve inkâr uçurumuna yuvarlanan Ziya Gökalp’ın, İslâm’ın içinden değil, sadece İslâm’ın yerini almak üzere icad ettiği “Türkçülük” yolunda ne büyük bir Yahudi himayesi gördüğünden veya Yahudilere ne zengin bir istismar sahası açtığından gafil bulunduğunu biliyor musunuz?
Bu sözler Hasan Bağcı’nın dünyadan habersiz, hâdiseleri muhakeme etmeyen, ulu orta hüküm veren, iftiralara çabucak inanan bir kişi olduğunu ortaya koymaktadır.
Bir kere, Türkçülüğü Gökalp icad etmiş değildir. O, bu fikrin adını koymuş ve kendi zamanına göre sistemleştirmiştir. Sonra, Türkçülüğü İslâmiyet’in yerine koymaya kalkmış da değildir. “Türk milletindenim, İslâm ümmetindenim, Garb medeniyetindenim.” diyen Gökalp Türklükle İslâmlığı tamamen ayırmış ve buna batı medeniyetini de ekleyerek yaptığı sentezle kendi çağının ileri Türkiye’sini yaratmaya çalışmıştır. Görülüyor ki Hasan Bağcı, münkir saydığı Gökalp’ı hiç okumamıştır. Onun hakkında yazılan çok sayıdaki eserlerden habersizdir. Günümüzde Gökalp’ı en iyi incelemiş şahıs olarak Prof. Fındıkoğlu’nun eserlerini okumasını tavsiye ederim.
Hasan Bağcı’nın yukarıya aldığımız satırlarındaki “büyük ölüm dönemecini kıvrılamayan” ibaresiyle neyi kastettiğini pek anlayamadık. Ziya Gökalp ölüm dönemecini kıvrılırken Hasan Bağcı onun yanında mı idi?
Ziya Gökalp, Türkçülük yolunda hangi Yahudi himayesini görmüştür? Hasan Bağcı bugün memlekette kuvvetli ve şuurlu bir kütle olan Türkçülüğe bunun hesabını vermeye mecburdur. Veremezse müfteri durumuna düşer. Komünistler, Türkçülüğün Alman icadı olduğunu iddia ederlerdi. Demek ki siyasî ümmetçiler de Yahudi patentini yakıştırmışlar. Teşekkür ederiz.
Ya Yahudilere istismar kapısı nedir? Türkiye’de 1930’dan hemen biraz sonra başlayıp günümüze kadar süregelen bir Türkçülük savaşı vardır. Ben de bu savaşın içinde ve ateş hattında bulunanlardan biriyim. Yahudiler bizi ve ülkümüzü nasıl istismar etmişler? Açıklanmasını bekliyoruz.
Gökalp’ın Yahudi asıllı Durkheim’den bazı sosyal fikirler almış olması onun Yahudi istismarcılığına alet olduğunu göstermez. Her bilgin, her filozof, her fikir adamı, hatta her peygamber kendisinden önce gelenlerden bazı unsurlar alır. Netekim İslâm Peygamberi de daha öncekilerden bazı şeyler almış ve onların devamı olduğunu söylemiştir. Kendi dergilerinde “Kur’an-ı Kerim’de Hazreti Musa” başlıklı yazı serisi de bunu gösteriyor.
Bir de Moiz Kohen adında bir Yahudi’nin Gökalp’in tesirinde kalarak “Turan” adlı bir kitap yazması vardır ki bu da Ziya Gökalp’in tesir kuvvetini gösterir. Netekim yine bir Yahudi olan Halide Edip de Ziya Gökalp’in tesirinde kalarak “Yeni Turan” diye bir roman yazmıştır.
Büyük fikir adamları başka dinden ve milletten olanları da çevrelerine toplayabiliyorlar. Simavna Kadısıoğlu Bedreddin’in müritleri ve taraftarları arasında pek çok Hıristiyan ve Musevî vardı.
Görülüyor ki yazar, Türkçülüğe dost değildir. Türkçülüğe dost olmayanın Türklüğe dost olması riyazî olarak imkansızdır. Hasan Bağcı’nın kendisi soy bakımından Türk olmasa bile samimî bir Müslüman olduğu için Türklüğe ve onun şuuru demek olan Türkçülüğe atılan iftiraları hakikat diye kabul etmemeliydi. Çünkü Türklük, Müslümanlık olmadan da yaşar ve nitekim yaşamıştır ama Müslümanlık Türksüz yaşayamaz. Onu ancak Türklüğün sel gibi akan kanları ayakta tutmuş, tutabilmiştir. Türkiye’den ayrılan Arap devletlerinin zavallı, âciz ve gülünç durumları ortadadır.
Dünyada her asîl fikrin rezilâne istismarları olmuştur. Birinci Cihan Savaşında dünyanın birinci devleti olan tebaası arasında 200 milyon kadar Müslüman bulunan İngiltere, halifenin devleti olan Türkiye ile savaşırken Müslümanlığı istismar etmiş, halifeyi dinsiz ittihatçılardan kurtarmak için ortaya atıldığı propagandasını yapmıştır. Onun ünlü casusu Lavrens, Peygamber soyundan gelen Mekke Şerifi Hüseyn’i İngiliz altınlarıyla kandırarak Türkler’e ve halifeye karşı ayaklandırmıştır. Hüseyn’in oğulları ve torunları da aynı yolda yürümüşler, nihayet bunlardan Ürdün Kralı Abdullah suikastla, Irak Kralı Gazi sarhoşlukla, yine Irak Kralı Faysal ile Kral naibi Abdülillâh da ihtilâlla ölmüşlerdir. Bugün onlardan kalan tek kişi Ürdün Kralı Hüseyn’dir.
Şimdi şu sonuca bakarak “Peygamber kendi soyunun, İslâmi savunan Türkler’e silâh çekeceğinden gafildi” denebilir mi? Bunun gibi Ziya Gökalp’in Türkçülüğüne de Yahudiler istismar ettiyse bunda onun ne taksiri olabilir? Kaldı ki Türkçülük Yahudiler tarafından istismar olunmuş da değildir. Bu sözler Hasan Bağcı’nın hayalhanesinde vücut bulmuş, aslı astarı olmayan tekerlemelerdir.
Bazı mutaassıp ümmetçiler, Türkçülüğe tahammül edemiyorlar. Bütün Müslümanları birleştirip tek devlet haline getirme hülyası ardındalar. Daha Arapların kendi aralarında bile birleşemediği gözlerine çarpmıyor da ayrı tarihi oluşmaların sonucu olan soy ve kültür bakımından birbirine hiç benzemeyen koca koca milletleri birleştirmeye çabalıyorlar. Tıpkı komünistlerin dünyayı tek devlet haline getirmek hayalleri gibi. Bu bakımdan bunlara Yeşil Komünistler diyen mebusa yerden göğe kadar hak veriyoruz.
Konya’da basın alanında böyle çirkin ve yakışıksız bir yazı yazılırken son aylarda İstanbul’da pek dikkate çarpmayan başka bir vaka oldu: Birinci Cihan ve İstiklâl Savaşı gazilerinden emekli topçu albayı Cemal Aktoğu 4.8.1969’da hayata veda etti ve ertesi günü cenazesi Kartal Camisinden askerî törenle kaldırılarak toprağa verildi. Ölen askerler için rütbelerine göre bir asker birliği ile bando göndermek Türk Ordusunun kökleşmiş geleneklerinden biridir. Bu sebeple merhum albayın töreninde de asker ve bando bulunduğu gibi, dostları tarafından da birçok çelenk gönderildi.
Bu törenin yapılması yine şekliyattan başka bir şeyle uğraşmayan mutaassıpların gayretine dokunduğundan ertesi günü camiye koca bir beyanname astılar. Beyannamenin üst kısmı İslâm cenaze usullerine hasredildikten sonra en altta “İslâm’a Uymayan İşler” başlığı altında şunlar yazılmıştı:
1) Cenaze için çelenk yaptırılması,
2) Cenazenin bando ile kaldırılması İslâm adetlerinin dışına çıkmıştır,
Muhterem Müslümanlara arz olunur.
Altındaki imza da şu: “Kartal Din Görevlileri”
İşte bunlar Birgili’nin halefleridir. Ölüye saygı ve sevgi nişanesi olan çiçekle müziği yasaklamaya kalkan iptidaî zihniyetli halefler. O halde mevlût okumayı ve ölümün ruhu için konu komşuya dağıtılan lokma ve helvayı da yasaklayın. İslâmiyet’te bu da yoktu ama Türkler tarafından sokuldu.
Evet, bütün bunlar sonradan çıktı ve İslâmiyet’in içine girdi. Ölünün ruhu için tatlı dağıtmak Şamanizm’den Müslümanlığa girmiş, mevlût törenini ise Büyük Batı Türk Devleti içindeki yarı bağımsız beğlerden biri olan “Gök Börü” adında biri çıkarmıştır. Gök Börü, Irak’ta Harran ve Erbil şehirlerinin Atabeği idi. 1168 – 1233 arasında 65 yıl bu şehirleri idare etmiştir. Peygamberin doğum gününü kutlamak için ilâhili (yani müzikli) törenleri ilk defa o yapmış, ondan sonra bu âdet İslâm dünyasına yayılarak günümüze kadar gelmiştir. Din görevlilerinin bundan haberi var mı? Ne gezer? Onlar hâlâ hurafeler peşindedir. Hele ölen albayın oğlu olup Kartal Hükümet Tabipliğinde bulunan Dr. Yavuz Aktoğu’ya karşı takındıkları tavır ve tecavüze yeltenmek gibi halleri ve hele bunların arasında MHP’nin ilçe kurullarında bulunan birisinin de mevcudiyeti taassubun nerelere kadar vardığını göstermesi bakımından düşündürücüdür.
Milliyetçi Hareket Partisi, adından da anlaşılacağı gibi milliyetçi bir partidir ve başkanı Alparslan Türkeş eski Türkçülerden biridir. Bu parti yobazların barınacağı bir parti değildir. İslamiyeti yobazlık sananların bu partide işi yoktur.
Bazı partiler dinî taassubu seçim kaygısı ile istismar ettiler. Bu ayrı bir konudur. Fakat Diyanet İşleri Başkanlığı’nın yobazlığı bastırıp İslamiyeti bir ahlak sistemi halinde ruhlara sindirmek için çalışması gerekirken hiç oralı olmayışı dikkate değer.
“Hadîs-i Şeriflere Göre Evlenme Adâbı” adında bir kitap gördük. Müellifi Nâsırüddînül-Elbânî adlı bir Arap, Türkçeye çeviren de Tekirdağ Müftüsü Ali Aslan’dır. 80 sayfalık küçük kitabı okudum. Yüzüm kızardı ve İslamiyettir diye bu çirkin şeyleri öne sürenlere karşı susan Diyanet İşleri Başkanlığı hakkında kesin bir hükme vardım. Okuyuculardan özür dileyerek bu kitabın 16. sayfasından şu parçayı alıyorum:
İbni Abbas’tan (rivayet): Hattâboğlu Ömer (Halife Ömer) Resûllüllah’a “Ey Allah’ın Resûlü! Ben helâk oldum” dedi. Resûlüllah “Seni helak eden nedir?” diye sorunca Ömer: “Bu gece hanımımı yüz üstü yatırarak cimâda bulundum” dedi.
Görüyor musunuz? Adaletiyle ün salmış, İslamiyetin kuruluşunda baş rollerden birini oynamış ve bütün Müslümanların halifesi, yani başkanı olmuş Ömer, bakın neler yapmış? Bu herzeler, uydurma hadiselere dayanılarak ileri sürülüyor ve 20. yüzyılın gençlerine evlenme âdâbı diye veriliyor. Bunun bir edepsizlik ve ahlâksızlık olduğunu Kongo’daki zenciler bile bilir. Türk soyunun karakterinde ise bu türlü şenaat yoktur. Bu kötü âdet Türkler’e İranlılardan, Araplardan, Bizanslılardan geçmiştir.
Sonra Ömer “Aşere-i Mübeşşere”dendir. Yani Peygamberin hayatında cennetle müjdelediği on kişiden biridir. Ömer bu ahlâksızlığı yapmış olsaydı o on kişinin arasına elbette giremezdi. Evlenme âdâbı diye Müslüman Türk gençlerine bu safsataları anlatan adam Tekirdağ müftüsü olursa:
Var kıyas et gayrı sen deryâ-yi rahmet deydiğin.
Evlenme âdâbı diye insanı deliye çeviren yazılarla dolu olan ve üçte biri cinsî münasebete tahsis edilen o kitabı Diyanet İşleri Başkanlığı tasvip ediyor mu? Atom ve uzay çağında, evlilere telkin edilecek medenî bir ahlâk sistemi İslamiyette yok mudur? Yoksa bunca din görevlisi, din büyüğü oturup yeni bir içtihatla bunu icad edemezler mi?
Ben, Süleymaniye Kütüphanesindeki 16 yıllık görevim sırasında “milimetre”nin ne olduğunu bilmeyen “müftüler”, “Venezuela”nın bir devlet olduğunu ilk defa duyan “Şeyh”ler, Havvâ anamız, Âdem babamızın sol kaburgasından çıktı diye insanların sol taraflarındaki kaburga kemiklerinin 11 tane olduğunu iddia eden “İlâhiyat Fakültesi mezunları” gördüm. Fakat bunlar hep eski nesillere mensuptu. Şimdi yeni bir çığır açılmışken, memleket imkanlarına göre oldukça iyi İmam Hatip okulları ile İlâhiyat Fakülteleri kurulmuşken hâlâ Türkçülükten böyle aşağılayıcı şekilde bahsetmek cenazeye bando gelmez demek çok iptidaî bir zihniyettir.
Türkçülük Türk milliyetçiliğidir. Ona düşmanlık ancak Türk milletinin düşmanlarına yakışır bir davranıştır. Yani kızıl veya yeşil beynelmilelcilere…
Doğu Türkistan’ın bazı şehirlerinde mezar başında müzik çalınarak ölünün ruhu şâd edilir. Bütün bu Müslüman Türkler cehennemlik de buradaki birkaç beyinsiz mi cennetlik?
Ölen askerler için bando çalınır ve çalınacaktır. İsteyenler saygı ve sevgi nişanesi olarak ölülere çiçek gönderecektir.
Bunu kavrayamayan beyinlerin ölü hücrelerden farkı yoktur.
Bütün yobazlara duyurulur.