Rızâ Nûr’un Hayâtı

AİLESİ

Rıza Nur’un baba tarafı en aşağı 200 yıldan beri Sinop’ta oturan ve “İmamoğlu” adını taşıyan bir aileye mensuptur. Rıza Nurun bilinen ilk atası Sinoplu Hacı İbrahim’dir. Bunun oğlu Sinop Kalesi dizdarı Mustafa aynı zamanda Sinop’taki Hisar camisinin imamı olduğu için bu aile adı onlara yâdigâr kalmıştır. Bu İmam Mustafa tarafından yazılıp nesilden nesile Rıza Nur’a kadar gelen bir yazmada, 1189, 1200, 1212, 1213 Hicrî tarihleri vardır. Bu tarihlerde Mustafa’nın imam olduğu anlaşılmaktadır.

Bu imam aynı zamanda Sinop’ta yazıcılık ve hekimlik de yaparmış.

Rıza Nur’un baytar binbaşısı olan amcası Bağdat’ta ölmüş, babası Mahmud ise, 20 yaşında askere çağırılıp Tersaneye alınmış, İstanbul’da kundura fabrikasına verilmiş, o zamanın usulünce 10 yıl askerlikten sonra subay yapmışlarsa da istifa edip Sinop’a gelmiş kunduracılık etmişti. O zamana kadar ayakkabı olarak yalnız yemeni kullanan Sinoplular kundura giymeğe böylelikle alışmışlardı.

Mahmud, kemikli, sarı saçlı, mavi gözlü, güzel yüzlü bir adamdı. Okur yazardı. Pek dindardı. Namazı hiç bırakmaz, her cuma akşamı Kur’an okurdu.

Rıza Nur’un ana tarafı da yine Sinoplu ve Zarflıoğlu denen bir aileye mensuptu. Rıza Nurun annesi olan Hâcere Hanımın babası 25 kadar yelkenliye sahip, zengin bir adamdı. Rusya ile Sinop ve İstanbul arasında nakliyat yapardı. Fakat bir fırtınada bütün gemileriyle birlikte battı. Kara saçlı bir kadın olan Hâcere Hanım da hiç bir namazını bırakmayan akıllı ve işgüzar bir kadındı.

ÇOÇUKLUĞU

Rıza Nur İmamoğullarından Mahmud ile Zarflıoğullarında Hâcere’nin dört çocuğunun ilki olarak 30 Ağustos 1879’da Sinop’ta doğdu. Adı, yalnız “Rıza” idi. “Nur” adını sonra Tıbbiye’de kendisine o zamanın modasınca mahlas olarak koymuştur. Rıza Nur, baba ve ana cihetinden Sinoplu ve Türk olup soyunda hiçbir yabancılık yoktur. Dindar ve namuslu insanlar olan babasından ve anasından dinî fazilet telkinleri alarak büyüdü. Anasının Rıza Nur üzerindeki tesiri pek büyüktü. Anasını çok severdi. Onun sözlerini, öğütlerini ölünceye kadar unutmamıştır.

Dört yaşında iken Sinop’taki Kapan ilkokuluna (ibtidaî mektebine) başladı. Sarıklı Hoca Ahmed Efendi, Rıza Nur’u çok sever, oğlunu İstanbul’a götürüp okutması için babası Mahmud Efendiyi teşvik ederdi. İlkokulu bitirdikten sonra Alâaddin Camisi avlusundaki mülkiye rüşdiyesine girdi. (O zaman rüşdiyeler ilkokulla ortaokul arasındaki ikinci derecede okullardı). Bu iki okulda Rıza Nur, sınıfın ilerisinde bulunmakla beraber çalışkan değildi. Kuşa meraklıydı. Kafesler, kapancalar ökseler yapar; saka, iskete, filürye tutardı. Evde on, on beş tane kafesi vardı. Fakat babası, Rıza Nur’a çok dikkat eder, yaramazlığını haylazlığa vardırmasına engel olurdu. Her gün okul dönüşünde 10 satır güzel yazı meşk ettirirdi. Bu Rıza Nur’a çok sıkıntı vermekle beraber, yazısının güzel olmasını sağlamıştır. Sonraları Tıbbiye’de acele not tutmak ve daha sonra da birçok yazı ve makaleyi çabuk çabuk yazmak dolayısıyla Rıza Nur’un yazısı biraz bozulmuşsa da yine işlek bir yazısı vardı.

Bir gün Rüşdiye öğretmeni olan sarıklı hoca, sınıfa kızdı. Yirmi kişilik sınıfın bütün öğrencilerini falakaya yatırıp birer birer dövdü. Fakat sıra Rıza Nur’a gelince, isyan etti. “İnsan dayak yemez, hayvan dayak yer” diyerek kitaplarını alıp okuldan kaçtı. Fakat bir yandan da babasından korkuyordu. Babası üç gün sonra işi tatlıya bağladı. Rıza Nur’un ısrarına rağmen: “Seni hocan istiyor; okumazsa yazık olur diyor” sözleriyle onu tekrar okula götürüp meseleyi kapattı. 12 yaşında rüşdiyeden çıkarken Rıza Nur on dersin her birinden birer kitap mükâfat almıştı.

Rüşdiyede okurken kürek çekmesini, yüzmesini, ata binmesini pek güzel öğrenmişti. Avcılığı ve atıcılığı da severdi. Ama anası, babası “kaza çıkarırsın” diye ona tüfek vermezlerdi. Cuma günleri “Meydan Eteği” denilen kale dışındaki düzlükte top oynanır, at yarışları yapılırdı. Bunu yaşlı başlı adamlar yapardı. Rıza Nur bunları seyreder ve heveslenirdi.

Bu sırada bir eğlencesi de “Battal Gazi”, “Kan Kelesi” ve buna benzer kitapları okumaktı. Bunları çok sever, “bir narada bin kâfiri yere serdi”, “kılıcını çekip tek başına düşman ordusuna girdi” cümlelerini okuduğu zaman büyük bir heyecana kapılır, kahramanlık duyguları uyanır, kendisi de öyle olmak isterdi.

RIZA NUR İSTANBUL’DA

Sinop’taki rüşdiyeyi bitirdikten sonra, babası, Rıza Nuru getirerek halasının yanına bıraktı. Rıza Nur’un halasının kocası, yani Rıza Nurun eniştesi, Şehremaneti mühendislerinden Hüsnü Beğdi. Bu mühendisin dayısı olan bir albay (miralay) askerî rüşdiyelerin nâzırı idi. Bu albay, Rıza Nuru Soğukçeşme Askerî Rüşdiyesine yazdırdı. Şimdi Adlî Tıp müessesesi olan bu okulda 500 kadar öğrenci vardı. Rıza Nur, ilk hususî imtihanda sınıfın birincisi oldu. Okuduğu Battal Gazilerin ve o gibi kitapların tesiriyle süvari subayı olmak istiyordu. Babası ise atalarının tesiriyle doktor yapmak istiyordu. Çünkü, Rıza Nur’un ataları ocak halinde bir nevi halk hekimliği yaparlardı. Rıza Nur bir oldu bitti yapmak isteyerek, iki yıl okuduktan sonra çıktığı Soğukçeşme Askerî Rüşdiyesinden sonra Çengelköyündeki Kuleli Harbiye İdadisine (Lisesine) yazıldı. Fakat babasının ısrarlarına dayanamayarak oradan çıkıp onun yanındaki Tıbbiye İdadisine girdi. Bu okul üç sınıflı idi. Bütün öğrencileri 600 kadar olan Tıbbiye İdadisinde sınıflar 200 kişilikti. Rıza Nur sınıfın ilerisinde idi. Fakat burada haylaz ve haşarı oldu. Yalnız imtihan zamanlarında birkaç gün çalışırdı. Bütün günü kavga, dövüşle geçiriyordu. Güreşe de heves etmişti. Güreşler yapıyordu.

Tıbbiye İdadisinin talebesi doktor ve baytar olmak üzere ikiye ayrılmıştı. Yani idadiyi bitirdikten sonra Baytar Mektebine girecek talebe de burada okurdu. Bu iki takım talebe birbirine düşmandı. İkide bir toplu olarak çetin dövüşler yaparlardı. Bazen usturpa ve muştalarla yapılan ve temeli kahramanlık dâvası olan bu dövüşlerde Rıza Nur’un fikrî hayatında bir değişiklik oldu: Bir gün bir öğrencide Namık Kemal’in bir şiirini görmüş okumuş ve derhal büyük bir tesir altında kalmıştı. Rıza Nur bu şiire âdeta bayılmıştı. Derhal Namık Kemal’in öteki şiirlerini de aramağa başlamıştı. Yazma birtakım şiirlerini ve Celâleddin Harzemşah, Cezmi, Rüya, Gelibolu gibi nesirlerini buldu. Bunları okudukça Namık Kemal’e hayranlığı arttı. Hürriyet aşkı ve istipdat düşmanlığı gönlünde yer etti. Bu eserleri gizli okuyup birbirine verirlerdi.

O sırada Tıbbiye İdadisinde Muhtar adında ve teğmen (mülâzim) rütbesinde bir Fransızca öğretmen muavini vardı. Derslerinde kapalı olarak hürriyet sevgisi vermeğe çalışırdı. Rıza Nurun çok hoşuna gittiğinden onu Türkçe olarak yazdı. Filibe’de, Selânikli Hilmi tarafından çıkarılan “Emniyet” adındaki gazeteye yolladı. Bu yazı o gazetede “Sinoplu Rıza” imzasıyla çıktı. Bu yazı Rıza Nur’un ilk yazısıdır. Onun basılması ve arkadaşları tarafından beğenilmesi Rıza Nurun pek hoşuna gitti.

Yine Mülâzım Muhtar Efendi, bir gün Chateaubriant’ın “Atala” adlı eserinden bahsetti. Rıza Nur, Beyoğlu kitapçılarından bu eseri bulduysa da anlayamadı. O zaman kendisine bu kitabın Recaizade Ekrem Bey tarafından yapılmış bir tercümesi olduğunu söylediler. Onu da buldu. Bu tercüme ile ve kamusla aylarca uğraşarak eseri söktü. Çok hoşuna gitmişti. Atala’nın tesiriyle olacak, idadiyi bitirip tatil zamanında Sinop’a gittiği zaman “Zeytinlik” denilen yerde “Şükûfe-i Muhabbet” adında edebî bir nesir yazdı. O zaman 18 yaşlarında idi.

1895’te Tıbbiye Mektebine girdi. Sınıfları 180 kişiydi. Askerî Tıbbiye’nin eskiden beri talebe arasında yaşayan kuvvetli gelenekleri vardı. Yeni gelen sınıfın her talebesine yukarı sınıflardan bir talebenin gelip fazilet, hürriyet severlik, istibdat düşmanlığı, talebe arasında kardeşlik, yukarı sınıflara itaat dersleri vermesi de bu gelenekler arasında idi. Rıza Nur’a yukarı sınıflardan Nâzım adında bir öğrenci gelmiş, bunları söylemişti. Bu sözler Rıza Nur’da büyük bir tesir yaptı ve talebe arasındaki siyasî teşkilâta girmesine sebep oldu.

Askerî Tıbbiye ilk önce külhanbeylik, yani şövalyelik, sonra edebiyat ve felsefe, nihayet hürriyet severlik çağının ateşli zamanıydı. Askerî Tıbbiyeliler para toplayarak Paris’e, Mısır’a, Cenevre’ye hürriyet için çalışanlara gönderirlerdi. O vakit o memleketlerde yaşayan hürriyetperverlerin bastıkları yazıları Galata’daki Fransız Postahanesi vasıtasıyla getirterek her yere dağıtırlardı.

Tıbbiyeye girince Rıza Nur’un haşarılığı, haylazlığı kalmadı. Çok uslu, sessiz ve çalışkan oldu. Teneffüs zamanların da ve geceleyin subay gelip yasak edinceye kadar yatakta bile hep okuyordu. Şahsî kusurlarını düzeltmek için nefsiyle mücadeleye başladı. İrade kuvvetiyle birkaç ayda bunlardan kurtuldu. Artık bütün kusurları ve fazlalıkları atmıştı. Hatta gülmeği bile unutmuştu. Tıbbiyeden çıkıncaya kadar belki bir defa bile gülmediği gibi fazla gülenlerden de tiksinir olmuştu.

Askerî Tıbbiyede daima siyasetle meşguldü. Şiirle de uğraşmaya başlayıp aruzla bir iki şiir yazdı. Bir tanesini “Malûmat” gazetesine verdi. Bastılar. Fakat şiir için kültürün çok lâzım olduğunu anlayarak bir yandan derslerine, bir yandan da edebiyat ve felsefe kitaplarına düştü. İlk önce Abdülhak Hâmid, Naci gibi son devir Türk şairlerini; sonra da Fransız klâsikleri ve Goethe, Sefiller, Shakspeare ve Byron’un Fransızcıya tercümelerini okudu. Bilhassa tatil zamanlarında Sinop’ta iken kırlara, kıyılara çekilir, bu eserleri okurdu. İlk önce lûgatla okuyordu. Sonra Fransızcayı adamakıllı öğrendi. Lamark, Darwin, Buchner, Hekel, Schopenhaur gibi filozofları da okudu. Rıza Nur siyasî ve edebî çalışmaların tıp tahsiline engel olduğunu görünce artık yalnız dersleriyle uğraşmağa karar vermişti. Bu sıralarda Askerî Tıbbiyenin dahiliye zabitlerinden Arap Sabri adında ve Mülâzim (=teğmen) rütbesinde bir Zenci, Rıza Nuru çağırtarak: “Siyasetle uğraştığını mektep idaresi biliyor, seni sürgün edecekler. Halbuki millete hizmet edebilecek bir talebesin. Sonra sana yazık olur” dedi[1]. Rıza Nur, dahiliye zabitine teşekkür ederek ayrıldı, tedbir aldı. Birkaç gün sonra idare heyeti dershaneyi ve yatakhaneyi basıp Rıza Nurun dolaplarını aradıkları zaman bir şey bulamadılar. Yalnız Fransızca bir gramer kitabının içinde Santo Briyan’ın İstanbul’a geldiği zaman yazmış olduğu, padişahların zulmünden bahseden bir parçayı buldular. Müdür bu Fransızcayı dahiliye subaylarından Binbaşı Hüsnü Beğe vererek ne olduğunu sordu. Hüsnü Beğ, derse ait olduğunu söyleyerek Rıza Nuru kurtardı.

Rıza Nur siyasî faaliyetten çekilince derslerine sarıldı. Sınıfının çavuşlarındandı. Çalışkanlığı, fazileti, dünyaya aldırış etmemesi yüzünden arkadaşları ona “Diyojen” diyorlardı. Derslerini Paris Tıp Fakültesinde okutulan Fransızca kitaplardan takip ediyordu. Fakat son sınıflarda bu aralıksız ve çetin çalışmadan hasta düştü. Çok zayıftı. Babası da eskisi kadar para gönderemediğinden her istediği kitabı alamıyordu. O zaman: “İlerde param olursa kitap bulamayanlar için bir kütüphane yapayım” diye ahdetmişti. Sinop’taki kütüphaneyi bu yüzden yapmıştır. Son sınıfta tez olarak o zamana kadar yazılmamış bir şey hazırlamak istiyordu. “Hitan” aklına geldi. Bunu yazdı. Doktor olunca büyültüp eser halinde neşretmiştir.

RIZA NUR’UN GÜLHANE DE ASİSTANLIĞI

27 Kasım 1901’de Askerî Tıbbiye’den yüzbaşılıkla mezun olarak doktor çıktı. Tıbbiyedeki dersler çok nazarî idi. Gülhane hastanesinde staj yaparak amelî tıp öğreneceklerdi. O zaman Gülhane’ye Alman profesörler getirmişlerdi.

Rıza Nur’un, Tıbbiye idadisinde 200 kişi, Askerî Tıbbiyenin ilk sınıfında 180 kişi olan sınıfı döküle döküle azalmış, 67 kişi doktor çıkmıştı.

27 Şubat 1902 de Gülhaneye başladı. Orada Alman profesörlerinin yanında doktorluğa fevkalâde çalıştığı gibi Fransızca konuşan bir ailenin yanında pansiyon kalarak Fransızca pratiğini de ilerletti.

Çünkü o zamana kadar Fransızcayı iyice öğrenmiş olduğu halde konuşma pratiği yoktu. Bu müddet içinde hem Fransızca konuşmasını ilerletti, hem de yılın sonunda Alman profesörlerden “pek iyi” derecede diploma aldı. Alman profesörler, bu yüksek başarısından dolayı Rıza Nuru dört beş arkadaşıyla birlikte yanlarına asistan aldılar. Halbuki Serasker Kapısı (yeni Genelkurmay Başkanlığı ve Millî Savunma Bakanlığı yerinde olan makam) kurra ile Rıza Nur’u Basra’ya, Altıncı Orduya bağlı 46. alayın 3. taburuna tayin etti. Ortaya tuhaf bir durum çıktı: Profesörler Rıza Nur’u vermediler; Serasker Kapısı da Basra’ya tayin etmekte direndi. Altı aylık çekişmeden sonra profesörlerin dediği oldu.

Fakat bir yıl sonra Serasker Kapısı, Rıza Nur’u Yemene tayin etti. Yine çekişme oldu. Nihayet Alman elçisi Von Bieberstein bir cuma selâmlığında huzura çıkarak “Rıza Nur hastaneye lâzımdır” diyerek onu orada bıraktırdı. Bu vak’a birçoklarınca tuhaf görüldü. “Rıza Nur kim oluyor ki Alman elçisi onun için huzura çıkıyor” dediler.

Rıza Nur artık gece gündüz hastanede idi. Cuma günleri bile çıkmıyordu. Tıbbın bütün şubelerinde, bilhassa profesör Deike’nin yanında laboratuar ve teşrihi marazîde çalışıyordu. Doktorluğa ait umumî bilgisini kuvvetlendirdikten sonra ihtisas yapmak üzere cerrahî kısmına girdi ve operatörlükte ilerdi.

Rıza Nur, Alman profesörlerinin yanında iki yıl asistanlık ettikten sonra doçent oldu. Artık kendi kendine ameliyatlar yapmaya ve ders vermeye başladı. Daha Tıbbiye’de talebe iken başladığı “Fenn-i Hitan” adlı eserini bitirmişti. Bu eser henüz basıldığı halde duyulmuş, orijinal olduğundan tıp âleminin dikkatini çekmişti. Padişahın başhekimi Said Paşa da işitmişti. Gülhaneye bir telgraf çekerek Rıza Nur’u Yıldızda, Yeni mahalledeki evine çağırttı. Kitabı ve Rıza Nurun hazırlamış olduğu sünnet âletleri koleksiyonunu görerek beğendi.

Bir müddet sonra yine telgrafla Rıza Nur’u istetti. Bu eserden ve âletlerden padişaha bahsettiğini, padişahın bunları görmek istediğini, iyi bir yazı ile eseri yazdırıp âletleri de kadife bir kutuya koyarak getirmesini söyledi. Rıza Nur 15 altın vererek eseri iyi bir hattata yazdırdı. Bir de kadife kutu yaptırıp âletleri koydu; Said Paşaya götürdü.

Başhekim, bir gün sonra Rıza Nur’u telgrafla Yıldız sarayına çağırdı. Rıza Nur, Said Paşanın odasına girdi. Yanında Sultan Abdülhamidin başmusabihi Zenci Nadir Ağa ile başka birisi, bir de Said Paşanın muavini bir doktor binbaşı vardı. Orada Said Paşa, Rıza Nur’a, eserinin Sultan Abdülhamid tarafından beğenildiğini, bu yüzden kendisinin solkolağalığa (=kıdemsiz önyüzbaşılığa) terfi edildiğini ve kitabının basılmasına irade çıktığını bildirdi (6 Haziran 1903). Fakat Rıza Nur, eseri yine kolay kolay bastıramadı. Çünkü Serasker Kapısı matbaası kitabı basmadı. Kitabı Maarif Nezaretine (=Millî Eğitim Bakanlığına) verip oradaki sansürden izin almaya mecbur oldu. Birkaç ay da böylece uğraştıktan sonra adından “Nur’u kaldırıp yalnız “Rıza” adıyla kitabını bastırabildi (1905). Bu eser, Gülhane Hastanesi Dış Hastalıklar Muallimi olan Alman Profesör Miralay (= Albay) Witing tarafından Almancaya da çevrildi.

RIZA NUR ZİBEFCE’DE

1903 Kasımında Rıza Nur’u o zamanki Türk-Sırp sınırı üzerindeki Zibefce gümrüğüne bakteriyolog olarak tayin ettiler. Bu köy Belgrad-Selânik demiryolu üzerinde idi. Makedonya’daki Türk askerleri için Bulgaristan’dan gelen ve Niş yolu ile sınırımıza giren unlara Bulgarların veba mikrobu ve zehir kattıkları hakkında Padişaha bir haber geldiğinden Mabeyin, Serasker Kapısından oraya çabucak gönderilmek üzere bir bakteriyolog istemiş, Serasker Kapısı da Profesör Deike’nin muavini olarak lâboratuarda vermişti. Rıza Nur, Rüsumat Emini Nazif Paşaya başvurarak bakteriyoloji ile toksikolojinin iki ayrı iş olduğunu, bundan dolayı kendisinin ancak veba mikrobu arayabileceğini, zehir arıyamıyacağını söyledi. Cahil bir adam olan Rüsumat Emini Nazif Paşa, Rıza Nur’u dikkatle dinledikten sonra: “Git, ikisini de yaparsın” dedi. Bunun üzerine Rıza Nur bu işler için gereken âletleri istedi. Paşa buna da: “Git, arkandan göndeririz” diye cevap verdi. Belli idi ki Rıza Nur’u başında savıyordu. Çünkü istediği âletlerin ne olduğunu sormamıştı.

Birkaç gün sonra Rıza Nur yine Sirkecideki Rüsumat dairesine giderek âletleri istedi. Paşa, yine başından savacak şekilde cevaplar verdi. En sonunda Rıza Nur kendisinin büyük bir sorumluluk altında gireceğini, mikroskop olmadan mikropları, eğer varsa, göremeyeceğini söyledi. Pek bilgisiz olan Rüsumat Emini buna karşı: “Gözünü dört aç, mikrobu görürsün!” diye cevap verince Rıza Nur az kalsın ağlayacaktı. Çare olmadığını görünce nihayet mikroskopsuz, âletsiz olarak Zibefce’ye hareket etti. Burası bir istasyon yapısı ile bir büfeden, üç beş de barakamsı evden yapma bir dağ köyü idi. O barakalarda gümrük memurları oturuyordu. Açıkta kalan Rıza Nur İsviçreli olan istasyon şefinden müsaade alarak istasyonun kömür deposunda yattı. Kürekle kömürleri bir yana iterek bir yataklık yer açtı ve İstanbul’dan getirmiş olduğu şiltesini oraya serip uyudu. Birkaç gün sonra gümrük memurları için yapılmış apartman tarzında kâgir bir yapı olduğunu öğrendi. Daha bitmemiş olan bu yapıda kömürlükle ölçülemeyecek kadar iyi ve güzel odalar vardı. Rıza Nur boş bir odada yatmak için gümrük memurundan izin istedi. Fakat Gümrük memuru bu izni vermedi. Bunun üzerine Rıza Nur subaylığı ele aldı. Bir adama yüklettiği bavul ve yatağı ile birlikte kılıcını eline alarak kapıyı kırdı. Odayı işgâl ederek üzerine kilit vurdu, yerleşti. Bunun üzerine Rıza Nur’u oradan çıkarmaya çalıştılar. Çıkaramayınca Selânik Rüsumat Müdürlüğüne yazdılar. Orası da Rıza Nurun muhakkak çıkmasını istedi. Bunun üzerine Rıza Nur 12 Kasım 1903’te Rüsumat Emanetine, 17 Aralık 1903’te Selânik Rüsumat Nezaretine (=Umum Müdürlüğüne) mektuplar yazarak hem âlet, hem de yatacak yer gösterilmesini istedi. Rıza Nur’u girdiği yerden çıkaramadılar. Fakat unları muayene için de hiçbir âlet filân gelmedi. Unlar birikmişti. Geçirmek için gümrük Rıza Nur’dan rapor istiyordu. Rıza Nur: “Mikroskop olmadan muayene edemem” diyordu. Sonunda, un tüccarları şikayet ettiler. Unlar raporsuz geçti. Ne veba çıktı, ne de zehirlenme oldu.

Zibefce’ye tren geldikçe gümrük salonunda Rıza Nur da bulunurdu. Bir takım Sırp ve Bulgar köylülerinin çarıklarındaki bağ yerine elektrik tellerinin, bellerinde de kemer yerine yine elektrik tellerinin bulunması bir gün Rıza Nur’un dikkatini çekti. Onları iyice muayene ettirince birkaçının eşyası arasında paket paket güherçile, birkaç tane elektrik kömürü, bir tanesinin üzerinde de dinamit çıktı. Rıza Nur bunları toplayarak raporunu yazıp Üsküp’e gönderdi. Üsküp’teki incelemeler ve sorgular bu heriflerin Üsküp’te bir camiyi ve demiryoluna atacaklarını ortaya çıkardı.

Yine bir gün gümrük kolcusu ile gayet güzel bir Türkçe ile konuşan, kendisinin Komanova’lı olduğunu ve Üsküp’teki Türk okulunda okuduğunu söyleyen, Türkleri sevdiğinden bahseden genç bir Sırpın boyunbağında, üstünde Sırp Kiralı Petro’nun resmi olan bir iğne bulunduğunu gördü. Sırp’a “Türkleri seviyorsun da Sırp Kıralı göğsünde ne arıyor” diye sorunca, genç Sırp, hemen iğneyi yere atıp çiğnedi, kırdı ve: “Ben farkına varmadan otel hizmetçisi koymuş” dedi. Fakat iki gün sonra Selânikteki Hüseyin Hilmi Paşadan telgraflar yağmaya başladı. O vakit Makedonya’da Avrupalı subaylar idaresinde jandarma yapılmış, orada tuhaf bir idare kurulmuştu. Bu idarenin başında Hüseyin Hilmi Paşa bulunuyordu. Rıza Nurun sorgusu üzerine, Sırp Kıralının resmi bulunan boyunbağı iğnesini yere atıp çiğneyerek kıran genç Sırp bu idareye: “Bir Türk polisi Sırp Kıralının resmini çiğnedi” diye şikâyet etmişti. Askerî üniformasının üstünde sivil kaput taşıyan Rıza Nur’u polis memuru sanmıştı. Bereket versin, Zibefce’deki polis memuru, Sırp ile o hâdisenin geçtiği gün vazife ile köylere gitmişti. Cevapta bu yazıldı da mesele durdu.

Rıza Nur 6 ay kadar Zibefce’de kaldı. Hemen hemen hiçbir iş görmüyordu. Buradan bir kazancı olmuştu. Bulgar ve Sırp komitalarının içyüzünü görüp gözü açılmıştı. Fakat kendi haline kalsa yıllarca burada kalacağını anladığından, 20 Nisan 1904 tarihinde trene atlayınca Selânike indi. Gerçi bu işi kendi kendine yapıyor idiyse de Zibefce Rüsumat merkez memurluğundan resmî bir vesika almıştı. Bu vesikada aynen şöyle yazılıydı:

“Beş mah mukaddem bâ irade-i seniyye-i hazret-i padişahî Zibefce rüsumat idaresi kimyager­liğine tayin ve îzam buyurulan tabib kolağası izzetlü Rıza Beğ bu defa şerefsüdûr buyurulan irade-i seniyye-i cenâb-ı hilâfetpenahî mantuk-ı münifînce Dersaadete avdet etmek üzere Zilbefce’den hareket ettiğini mübeyyin işbu ilm-ü haber efendi-i mumai­leyhin yed’ine ita kılındı. 7 Nisan 1320. [2]

Mühür : Üskübe tâbi
Zilbefce Rüsumat
Merkez Memurluğu.

[1] Bu zabit yallardan beri bu hususta talebeye yardım etmiş, birçoklarım kurtarmış, sonra Yemene sürgün edilmiş, ora­dan Mısıra kaçmış, bir pamuk tarlasında açlıktan ölmüştür.

[2] Bu tarih, o zaman resmen kullanmakta olan mâli yıl tarihi olup Milâdi hesapla 20 Nisan 1903’e rastlamaktadır.

Share
Published by
Hüseyin Nihal Atsız