İstihsali bedevi olan bir milletin istihlaki medeni olamaz.
Asırlardan beri kapitülasyonlar gibi zalim zincirlerle eli ayağı bağlanıp açık göz ve bezirgân ruhlu milletler ve sermayeler tarafından sağlam bir inek gibi istismar olunmuş bir milletiz. Herkes müstemlekeler edinir ve onların kanını emerdi. Biz Ana yurdumuzu da müstemlekelerimiz uğrunda istismar ettik.
Bunlarla beraber, Tanzimat’tan beri Avrupa medeniyeti ve onun icapları ile daha sıkı temasa gelerek bilhassa münevver geçinen sınıflarımızın gözü kapalı israfları ve züppelikleri yüzünden bütün servetimizi bir mirasyedi gibi düşüncesizce israf ettik.
Zararlarımız bu kadar da değildir. 1310 senesinden beri hemen her yıl baş gösteren dâhili harplerle uğraşıyor ve bir sürü masraflar yapıyoruz. Bunlardan başka meşrutiyet inkılâbını yaptık. Onun tabii ve serdengeçti birer neticesi olan bir sürü masraflarla karşılaştık.
İtalyan taarruzu ve Trablus harbi önümüze çıktı. Onunla pençeleştik. Bitmeden Balkan başladı. Henüz tedarik ettiğimiz bir sürü müdafaa vesaitimizi ve henüz denkleri açılmamış kız gibi malzemeyi büyük ve mümbit arazi parçaları ile beraber düşmanlarımıza kaptırdık. Bu arada istikrazlar yaptık.
Büyük harp geldi. Yeniden bir sürü masraflara daldık. Çocuklarımız yiyecek ekmek bulamazken, mahsulâtımız sıfıra inmiş ve ihracatımız durmuşken çöllerdeki baldırı çıplaklara altın dağıtmakla uğraştık. Nihayet mütareke geldi.
Yeniden birkaç emperyaliste miras olacak kadar büyük arazi ile beraber büyük servetler kaybettik.
İstiklal harbini, gırtlağımızı aşan borç ve milletimizin dibi çıkmış kesesinden kırıntı halinde dökülen paralarla başardık.
Ondan sonra da herkese parmak ısırttıran büyük inkılâplarımız başladı.
Bunların hepsi masrafla olan ve kıymetleri para ile ölçülemeyecek büyük işlerdi. Milli müdafaamızı temin için zaruri fedakârlıklarla mühim müesseseler meydana getirdik.
Sonra yeni bir medeniyeti bütün etrafı ve levahiki ile kabul ettik. Bu son zaferi hayatımız pahasına kazanmıştık. Zafer ve muvaffakiyet içimizdeki dolgun ruh iktibaslarını ve ıstıraplar içinde geçen hayatımızın sert zembereğini boşalttı, bir müddet israfa daldık. Bu arada yine dâhili isyanlar oldu. Büyük masraflarla bastırdık.
Vatanımızın en mamur yerlerini kuduz bir düşman çiğnemişti. Onların kerpiç harabeleri yerine beton kâşaneler yükselttik. Türkiye şehir ve hatta kasabalarının birçoğu rüyasında bile görmediği binalara ve medeni teşkilata ve tesisata malik oldu. Nihayet Orta Anadolu yaylası üzerinde yeni ve büyük bir merkezin ilk nüvesi olan Ankara şehrini meydana getirdik.
Bu sırada dünyayı kavuran iktisadi buhran bize de çattı. Aklımız başımıza geldi. Tedbirler almaya başladık.
Yukardan beri bütün birer cümle ile geçtiğimiz hadiseler, iktisadi bakışla her biri tek başına birer büyük hailedir. Bunlar bizim maddi ve manevi birçok hazinelerimizi tükettiler. Fakat bütün bunlara mukabil hürriyet ve istiklalimizi kazandık. Milli hudutlarımız, içinde milli mevcudiyetimize sahip olduk.
Bütün bu harikaların meydana gelmesinde olduğu gibi bütün bu iflas ettirici hadiselerin karşısında da biricik istinadımız Türk köylüsü oldu.
İşte bu fedakârlıkların büyük zararlarını da Türk köylüsü malı ve canı ile ödedi. İktisadi nazariyeler hilafına olarak açlığı ahlaksızlığa, sefaleti esirliğe, ıstırabı serseriliğe tercih etti. Biz bu halkın tükenmez bir hazine olduğuna ve onun enerjisine inanıyoruz.
Çünkü o bunları tarihimizin her safhasında isbat etti ve gösterdi.
Kocası cephelerde çarpışırken yaban otları yiyerek yavrusunu emziren Türk kadını, cins bir Türk anası olduğunu lazım oldukça ispat etti.
Obası açlık ve karanlıkla çarpışırken cephelere damarlarını boşaltan köylümüz aslanlığını her zaman dünyaya gösterdi. Ona bir şey vermeden birçok şey istedik. Verdi. Başımız sıkıldıkça tehlike var gel dedik. Geldi. Böyle bir hazineye ve böyle bir mukaddes kütleye malik olan bir millet hangi buhrandan ve hangi tehlikeden yılar? İstiklal için ölümle çarpışan ve pençeleşen Arslan, yaşamak için sefaletle ve açlıkla didişmekten korkar ve yılar mı?
Her şeye katlandık ve kazandık. Her şeye katlanacak ve kazanacağız.
Boş midelerimize yumruk basarak çarpışmasını yedi iklimde deneyerek kaşarlanmış bir milletiz. Ot yiyecek, yağ yakacak, çuval giyecek fakat yine ölmeyecek, yine hürriyetimizi ve istiklalimizi kaptırmayacak ve kurtarıp yaşatacağız. Bütün bunlar hür ve müstakil Türkiye uğruna ve onun için…
Onun için iktisadi seferberlik var. İsraflara sefahatlere elveda…
Yaban mallarına harp var. Şehir canavarları olan tenezzüh otomobillerine, yılan derisi gibi parlayan ipekli kumaşlara, boş kafaları süsleyen lüks şapkalara, gösteriş budalalarını tapındıran kürklü ve kadifeli parçalara, züppe midelerin hoşlandığı Frenk pirinçlerine harp var.
Asrın hülya aşılayan afyonlu filmlerine, kulaklara rakı içiren kahpe sesli plaklara harp var. Cilalı tırnaklara, pomatlı suratlara, renkli kravatlara her yerde yurdumuza dikilmiş düşman topu gibi patlayan şampanyalara harp var; iktisadi seferberlik var.
Bütün Türkler bir kalp gibi çarpacak, bir kafa gibi düşünecek ve bir ordu gibi çarpışacak. Onun için diyoruz: Bütün Türkler bir ordu, katılmayan kaçaktır.
Ata söylüyor. Biz de onunla beraber haykırıyoruz. Yeni bir Samsuna ayak bastık. Yeni bir Sakarya’dan geçerek yeni bir Dumlupınar’a ve oradan da yeni bir Lozan’a gidiyoruz.
Gazinin kumandasında olarak çarpışacak olan bu ordunun muvaffakiyeti, Türk tarihinin son asırlarda cihana örnek yaptığı ikinci şaheser olacaktır. Sakarya, Dumlupınar yolu ile iktisadi kurtuluşa gidiyoruz. Sakarya, Dumlupınar ve Lozan’a gidiyoruz.
Yolumuz geçen seferki yoldur. Yolumuz Moskova veya Roma’ya değil, Dumlupınar’a gidiyor.
Kabuklu maksatlarla içimize katılanlar varsa, onlara şimdiden haber edelim. Birinci milli mücadelede karşılaştıkları hüsranı tekrar denemesinler. Yine mahkemeler, yine sehpalar kurulmasın. Yine sorguya çekilerek ağlayanlar bulunamasın.
Moskova ve Romanya değil. Dumlupınar ve Lozan’a gidiyoruz.
Türk milleti fedakârlık ve kahramanlıkta örnekler peşinde koşan bir moda kuklası değildir. Tek başına tarih, tek başına istila ve tek başına inkılâp yapmış, kendi göbeğini kendi kesmiş bir milletiz.
Bazılarının sandığı ve hüyalandığı gibi, Kızıl veya Kara rejimlere değil, Türk milletinin yarattığı Al kanlı Sakarya, Al kanlı Dumlupınar ve Al kanla kazanılmış Lozan’a gidiyoruz.