Lüzûmsuz Telâşlar
Yassıada hükümlülerine siyasî hakları verildiği için bazı çevrelerce gösterilen telâş, geçmiş zamanların unutulmasından doğuyor. Her ne kadar bu çevreler geçmiş zamanı unutmadıklarını ileri sürüp Demokrat Partililere siyasî hak verilmesinin yakın geçmişteki kanunsuzlukların kabulü demek olacağını söylüyorlarsa da “yakın geçmiş” dedikleri 1960’tan daha öncesini akıllarına getiremiyorlar.
İddiaları şu: “Başta Celâl Bayar olmak üzere eski Demokrat Partililer Anayasaya aykırı hareket etmişler; seçimle iş başına geldikleri halde meşruluklarını kaybetmişler ve bu yüzden düşürülmüşler; şimdi bunlara siyasî haklarının geri verilmesi Anayasaya aykırı olurmuş.”
Son yıllarda “Anayasaya aykırıdır” cümlesi o kadar çok kullanıldı ki, insana, yaşamanın bile Anayasaya uyup uymadığını düşündürecek hale geldi.
Arkasında seçim düşünceleri yatsa bile Demokrat Partililerin ve Türkiye’de onları tutan milyonlarca insanın tedirginliğini yok etmek ve ızdırabını kaldırmakta insanî bir yön olduğu da inkâr olunamaz. Nitekim bu insanî düşünceye “Anayasa” siperiyle karşı koyan Tabiî Senatörlerde de ömür boyu sürecek bir “dirlik”ten mahrum kalmak ve bir gün “hesaba çekilmek” gibi kaygıların bulunduğu kimsenin meçhulü değildir.
Yassıada hükümlüleri arasında 45 yaşlarındaki insanlar da bulunuyor. Bunlar bunca zaman hapis ve işkence gördükten, 9 yıl medenî haklarından mahrum kaldıktan sonra neden bütün ömürleri boyunca öteki vatandaşlarla eşit olmak imkânına kavuşmasınlar? Bunların suçlu olduğunu, bu sebeple ölünceye kadar ceza çekmeye mahkûm kalmaları gerektiğini akıl ve insaf kabul etmez.
İnsanların hayatında değişik safhalar vardır. Olumlu ve olumsuz taraflar daimî değil, çok defa geçicidir. 1960’lardan epey öncesine doğru bir göz atmak fertlerin, toplumu ilgilendiren davranışlarında ne büyük değişiklikler olduğunu göstermek bakımından çok ilgi çekicidir. Mesele bu değişikliklerin samimî olup olmadığındadır. Dün kusurlu olanların sonradan düzelmiş oldukları çok görülmüştür. Hele Anayasayı çiğnemekten değil de doğrudan doğruya vatan ihanetinden ve casusluktan hüküm giymiş kimselerin Türk basınında yıllarca kalem oynatması bile kimsenin umurunda olmamıştır.
Bugün İsmet İnönü memlekete büyük hizmetler etmiş bir insan olarak kabul olunuyor. Fakat başlangıçta Kurtuluş Savaşının başarıya ulaşacağına inanmıyor ve Amerikan mandasını tek çıkar yol görüyordu.
Profesör Sadrettin Celâl, Cumhuriyetin ilk yıllarında komünizmden mahkûm olmuştu. Komünizm vatan hainliği olduğu halde “bu adam ölünceye kadar hapiste kalsın” diye düşünülmedi.
Ahmet Emin Yalman, mütareke yıllarında Doğu vilâyetlerimizden Ermenistan’a yer verilmesini isteyen bir yazı yazmıştı.
Sonradan birçok devlet hizmetinde bulunan ve tarihî şahsiyetler üzerinde emek mahsulü eserler veren Şevket Süreyya Aydemir komünizmden hapse mahkûm edilmişti.
Birçoğu düşmanla iş birliği yaparak Millî Mücadeleye karşı sonuna kadar direnen Yüzellilikler bir kanunla affolunarak yurda dönmüşler, bununla Türkiye’nin hayatında hiçbir sarsıntı olmamıştı.
Bu siyasî suçların dışında yurdun iklimini bozan ve Türkiye’yi çöl haline getiren orman yakıcılar da birkaç kere affolunmuşlardır.
Bütün bunlar ortada iken sırf Bayar’ın şahsî için veya Demokrat Parti’den gördükleri kötülük sebebiyle bazı kimselerin “siyasî hakların geri verilmesi” kanununa karşı çıkması, millî huzuru sağlamak bakımından olumsuz ve lüzumsuz davranışlardır.
Bir de pek düşünülmeyen bir tarih psikolojisi durumu var: Devlet Başkanlığı etmiş insanların mahkûmiyeti milletlere uğur getirmez. Bu bir kaderiyecelik değil, milletlerin kendilerine olan inancın sarsılması meselesidir. Başta bulunan insanı kanun açısından suçlu görmek bir milleti içinden yaralayıp onda hayata güvensizlik duygusu uyandırır. Millî gururu örselenir. Bir milletin başında ya kahramanlar, ya sağlam karakterli başkanlar, ya çok zeki insanlar, ya da ahlâk ve erdem örnekleri bulunmalıdır.
Hayatta işler mantık düzeniyle gitmiyor. Hele çağımızın hızlı gidişinde buna hiç imkân bulunmuyor ve çelişmeler insanı şaşkına çeviriyor. Meselâ bugün Tabiî Senatörler Grubu Başkanı olarak siyasî hakların geri verilmesine karşı çıkan General Fahri Özdilek, 27 Mayıs hareketine en son dakikada, başka çare kalmadığı için katılmış, daha önceki günlerde Sıkı Yönetim Komutanı olarak İstanbul’daki öğrencilere karşı sert demeçler vermiştir. Hattâ öğrencilere karşı ateş emrini maiyetindeki subaylar dinleseydi İstanbul’da kan gövdeyi götürebilirdi. Yani Fahri Özdilek son âna kadar Celâl Bayar idaresine sadık kalmıştır.
Fakat onun bu davranışını kınamaya, yurtseverliğinden şüphe etmeye kimsenin hakkı yoktur. O zaman, bir komutan olarak yukardan aldığı buyruğu yerine getirmeye çalışmıştır. Çünkü ihtimallerin çoğaldığı anlarda hangisinin doğru olduğunu veya doğru çıkacağını kestirmek biraz da spor-toto gibi talih ve tesadüf işidir.
Yassıada mahkûmlarını siyasî hakları verilmekle şüphesiz Türkiye’nin bütün meseleleri çözümlenip yurt bir güllük, gülistanlık olacak değildir. Fakat milyonlarca insanın içindeki düğümün çözülmesi az şey midir? Türkiye bu kanunla, Kıbrıs konusunda olduğu gibi tam bir millî birlik manzarası gösterecekken solcuların kışkırtması ile bu birlik sağlanamayacaktır. Onlar bir numaralı vatan haini ve Moskof uşağı Nâzım Hikmet’in affı için didinirken kendilerini haklı görüyorlardı. Sıra Celâl Bayar’a gelince kıyameti kopardılar. Neden? Bayar Anayasayı çiğnemişmiş.
Anayasa çiğnemek suçtur. Fakat bu suç mahkeme kararıyla tescil olunsa bile nihayet bir suçtur ve hiçbir zaman vatanını yabancı bir devlete bağlamak isteyen İslav tohumu Nâzım Hikmetof Verzanski’nin suçu gibi vatan ihaneti değildir. Türk devlet başkanlarından siyasî görüşte ve geleceği kavramakta yanılanlar olmuş, fakat şimdiye kadar vatan haini çıkmamıştır.