Otuz adım aralıkla, iki saatten beri karşı karşıya duruyorlar. Avusturyalıları silip süpüren, Almanlarla Macarları kaldırıp geri atan Rus dalgası, Türk siperlerinin otuz adım önünde bekliyor. İki hattan birbirine bombalar hediye ediliyor… Ve… Keskin küfürler. Bir taraftan verilen kumanda öbür yandan da işitiliyor. Süngüler takılmış… Bu yıpratıcı durumdan kurtulmak lâzım.
İlk davranış Türklerden oluyor… Karşı bir saldırışla düşmanı atmak için fırlıyorlar. Fakat karşı taraftan keskin bir takırdama… Makinalılar cepheyi tarıyor ve fırlayanlar bir daha kalkmamak üzere yatıyorlar… Ruslar cesaretleniyor. Otuz adım ileriye atılabilirlerse mesele hallolunacak… Ve ikinci saldırış onlardan oluyor. Fakat bu sefer işleyenler Türk makinalı tüfekleridir… Ve… Fırlayanlar yere yatmaya mecbur oluyor. Bu onların son yatışıdır…
Tekrar bombalar başlıyor ve arada keskin küfürler… Yaralananların iniltileri… Artık akşam da oluyor. Gökte inci bir ay var…
Onun ışığı Rus siperlerinden Türk siperlerine kadar olan bütün alandaki tümseklere gölgeler yapıyor ve siperlerdeki askerlere birer dev görünüşü veriyor…
Galiçya artık fâtih ve barbar ırkın bayrağına baş eğen bir ülke değil… Fakat orada yine kahraman barbarların ordusu çarpışıyor ve bu ordu tâ nerelerden gelerek arkadaşlarına yardım etmek ve ölmüş bir milleti diriltmek için dövüşüyor…
İki taraf birbirine otuz adım yaklaşınca toplar susmuştu. Şimdi gece olunca makinalılar da susuyor. Artık söz söylemek sırası yalnız bombalarla süngülerindir… Siperlerden siperlere fırlatılan son bombalar patlıyor ve iki taraf süngü davranarak birbirine giriyor…
Bombalar savrulurken küfürler de beraber savruluyordu. İki taraf birbirine doğru koşarken savaş naraları haykırıldı ve şimdi süngü süngüye vuruşuluyor…
Şu birinci türlü sesler dürtüş yapan ve çelen süngülerin birbirine çarparken çıkardığı donuk sestir, ikinci türlü sesler hedefini bulan süngülerin insan etlerine dalarken çıkardığı matemli sedadır… Üçüncü sesler yaralananların haykırışı ve dördüncüler çarpışanların solumasıdır. Bu soluma bir saatlik uzaktan işitiliyor…
Asırlık düşmanların karanlıkta boğuşması… Bu, heybetli bir manzaradır. Süngü süngüye… Göğüs göğüse… Boğaz boğaza…
Büyük bir güllenin açtığı büyük bir çukurun başında beş altı kişi boğuşuyor. Süngüler… Dürtüşler… Çelişler… Küfürler… Ve sert bir dipçik vuruşu… Biraz sonra ayakta hiç kimse yok… Düşenlerden iki tanesi yavaş yavaş gülle çukuruna yuvarlanıyorlar ve kesik kesik inleyerek orada kalıyorlar… Onlar birbirlerine o kadar yakın ki ellerini uzat salar birbirlerini tutacaklar. Ay ışığının girmediği bu kuytu çukurda onlar birbirlerinin yüzlerini göremiyorlar… Fakat ikisi de biliyor ki yanında yatan yaralı biraz önce gırtlaklaştığı düşman ordusundan birisidir…
Bir müddet ikisi de baygın yatıyor… Ve artık savaş meydanında hiçbir ses yok… Yalnız ara sıra uzaktan gelen bir yaralı sesi… Çukurdakiler yavaş yavaş kımıldanıyor. Birisi güçlükle matarasını çıkarıyor. Kurumuş dudaklarına götürerek iki yudum içiyor… Sonra ötekine uzatıyor. O da içiyor…
İki yudum suyun hiçbir değeri yoktur. Fakat eğer bu iki yudumu içen insan bir çukura yuvarlanmış bir yaralıysa ve yanında eşi ve hiç kimsesi yoksa o zaman o iki yudum su ona taze bir hayat verebilir. Çünkü o, bilmese bile sezer ki şu dakikada yarasını onaracak şefkatli bir elin gelmesi ihtimali yoktur… Yarasını kendisi sarmaya mecburdur… Ve… İkinci asker elleri titreyerek çantasından sargısını çıkarıyor… Elleri titreyerek yarasını sarıyor ve sargının kalanını ötekine uzatıyor…
Onlar demin yaşamak için boğuşuyorlardı. Şimdi yaşamak için birbirlerine yardım ediyorlar. Onlar iki onbaşıdır. Biri yalçın Anadolu köylerinden gelmiş, şehitler soyundan bir Türk onbaşısı… Öteki, Polonya’nın yeşil ovalarında büyümüş ve kaderin şevkiyle Rus ordusunda hizmete mecbur olmuş bir Lehli onbaşı…
Onlar şimdi bu karanlık gecede, bu kimselerin görmediği çukurda inliyorlar. Yaralarından akan kan toprağın üstünden sızarak çukurun en derin yerinde birbirine karışıyor… Ve onların gözlerinde bir özleyiş!..
Birbirinin dilini anlamadan konuşuyorlar… Türk: “Yaran çok sızlıyor mu” diye soruyor. Lehli inliyor ve metin olmaya çalışarak: “Siz Türkler vaktiyle bizim için harbettinizdi” diyor. Lehli onbaşı bunu biliyor ve Türkler Lehistan ovalarında yine at oynattıkları için Lehistan dirilecek diye seviniyor. Fakat Türk onbaşısının bundan hiç haberi yok. O, kendi kahramanlığından habersiz olduğu gibi atalarının yaptığı büyüklüğü de bilmiyor… Yalnız, onun bol bol akmaya alışmış olan temiz kanı, şimdi şurada da, şu yabancı toprakta da bir yabancının kanına karışarak bol bol akıyor…
Er meydanındaki çukurun içinde iki dost onbaşı inliyor… Birinin gözlerinde sarışın Marya’nın aksi, birinin gözlerinde ceylan bakışlı Ayşe’nin hayali var… Birbirinin yüzünü görmeyen iki yaralının yattığı çukurdan bir hasret seyyalesi uzanıyor. Bu seyyale Anadolu’dan Polonya’ya kadar gidiyor. Bu seyyalede parçalanmış bir ümidin kırıntıları var… Ümit ölmez. Ümit en sonra bırakılan şeydir… Fakat iki asker de pekiyi biliyorlar ki kendileriyle ve gözlerindeki akislerle beraber, en son ümitleri de bu çukurda gömülü kalacak… Ve ihtimal biraz sonra yanı başlarında patlayacak olan yeni bir gülle, toprakta açtığı yeni bir çukura karşılık, kendi üzerlerini örterek onlara adsız sansız bir mezar yapacak… Çukurun içinde iki dost onbaşı inliyor ve onlar biraz sonra öleceklerini biliyorlar. Burada böylece ölecekleri için onlarda bir pişmanlık var mı? Hayır!.. Onlar bir görev için, görevden daha yüksek bir düşünce için öleceklerini biliyorlar…
Birbirlerine hiçbir düşmanlıkları olmadığı halde böyle süngüleşmelerinde büyük bir sebep olduğunu anlıyorlar. Ve o fikri apaydın göremedikleri için ona daha çok inanıyorlar. En büyük hakları olan hayattan ayrılmak fedakârlığını da bunun için yapıyorlar…
Ey savaş!.. Sen acı ve korkunç, kanlı ve berbat, çirkin ve yıpratıcısın… Fakat sen büyük ve azametlisin… Bunun içindir ki insanlar sana ebediyen tapınacaklardır.
İki dost onbaşının nabızları yavaş yavaş ağırlaşıyor ve onlar bu büyük dakikada birbirlerine cesaret vermek için birbirlerine yakın olan kollarını uzatarak el ele tutuşuyorlar. Lehli onbaşı gözlerini açınca göğün karanlık boşluğunda bir ışık görüyor. Bu ışık bütün göğü kaplıyor. Ortasında Marya, elinde billur bir bardakla su tutuyor. Ve Türk onbaşısı “Marya!.. Marya!..” diye bir şeyler sayıklayan arkadaşının Öldüğünü seziyor. Türk onbaşısının anlayamadığı bu sayıklamalar Lehli onbaşının vasiyetidir. Öteki, arkadaşının öldüğünü, kendi korkunç yalnızlığını anlayınca hıçkırıyor. Kendi diliyle, kendi lehçe ve kendi şivesiyle: “Hayat! Sen insanları bu kadar güç mü bırakırsın” diye düşünüyor. Ve biraz önce boğuştukları çukurun tepesinden kendine kollarını açan gürbüz çocuğa sevgiyle bakıyor. Kalkmak, onun yanına gitmek, onu kucağına almak istiyor. Fakat ah!.. Bir üstün kumandası olsa!. Birden dünya kararıyor. Onbaşının gözlerinde köye ait son bir hayal parlayıp sönüyor… Ve sonra: Sonsuz uyku… Dakikalar geçiyor… İki beklenen artık dönmeyecek… Fakat dünyada değişen bir şey yok…
Birdenbire büyük çukurun tâ tepesinde bir aydınlatma fişeği patlıyor ve ışığını iki dost onbaşının üzerine serpiyor… Onlar hâlâ el ele tutuşuyorlar… Hâlâ Lehli onbaşının gözlerinde iki damla yaş duruyor… Ve hâlâ Türk onbaşısının dudaklarında bir ümit gülümseyişi var…