Dönüş
Dört yıllık savaş bitiyor… Cephedeki asker köye dönecek; ihtiyar babasıyla küçük kızını görerek… O, bu dört yılda anasının ihtiyarlıktan, karısının da yoksulluktan öldüğünü biliyor. Büyük kardeşinin Hicaz’da küçüğünün Galiçya’da düştüğünden de haberi var… Fakat köye dönecek, ve artık kendi derdine kana kana ağlayabilecek…
Köyde bir haber çalkanıyor… Askerler dönüyormuş. Köylüler oğullarını karşılamak için yola düşüyorlar. Hava dondurucudur ve kar diz boyu. Fakat hasret yanıkları buna aldırmıyor… Ve… İhtiyar baba da torununun elinden, tutunca yola çıkıyor. İçlerinde acı bir sevinç var, seviniyorlar: çünkü bekledikleri geliyor… Fakat gamlıdırlar da: çünkü gelmeyenler de var; ve onlar artık biç, hiç dönmeyecek. İçlerinde sevinç ve keder… Üstlerinde soğuk ve fırtına…
***
Kafile kasabaya varıyor… Cepheden dönenler orada son muamelelerinin yapılmasını bekliyorlar… Son muamele yapılıyor ve askerler kendilerini bekleyenlerin kucağına atılıyorlar… Atılacak kucak bulamayanlar da var…
İhtiyar baba etrafına bakıyor. Kendisininki yok… Şaşırıyor ve bekliyor.” Kafile cepheden arta kalanları almış köye dönüyor ve… Fırtına hiddetleniyor…
İhtiyar baba bakıyor: karşıda, karşılamaya geleni olmayan boynu bükük bir nefer… Bakışıyorlar ve anlaşıyorlar. Dertli gönüller çabuk anlaşır. Baba soruyor: “Evlât! Benim oğlum acaba neye gelmiyor?” Beriki acı acı gülümsüyor: “Orda kalmıştır baba!”… “Orası neresi oğul?”… Asker soluyor ve mırıldanıyor.
“Er meydanı! İhtiyarın yüzünde ne bir çizgi, gözlerinde ne bir gayz, yalnız iki damla gözyaşı… Ve torununun elinden tutuyor: “Haydi kızım gidelim” diyor: Sonra askere soruyor: “sen gelmeyecek misin?”… O yine gülüyor: “Nereye gelecekmişim? Bekleyenim yok ki”… İhtiyar baba ve küçük kız torun el ele tutuşuyorlar ve fırtına azıyor…
Ebedî bir beyazlık ve uğulduyan fırtına… İhtiyar baba ve küçük kız gidiyorlar. Yollar uzuyor, çünkü yollar kahpedir. Yollar elemle uzar ve sevinçle kısalır… Soğuk… Fırtına… Ümitsizlik ve… Uzayan yollar… İhtiyar, küçük kızın elini daha sıkı tutuyor “Haydi kızım diyor, gece basmadan köye varalım” ve fırtına kuduruyor…
Nihayet, işte ümit: ihtiyar baba ve küçük kız köyün ilerisindeki Ulu çınarı görüyorlar. İhtiyarın durgun kalbi sevinçle çarpıyor. Bir müddet İkisi de onun asırlara göğüs germiş kalın gövdesinin arasına saklanıyorlar. Soluk alıp dinleniyorlar. Sonra, artık en son kuvvet, en son gayretle yola koyuluyorlar. Fırtına çileden çıkıyor. Asırlara göğüs germiş olan ulu çınarın dalları bile korkunç gürültülerle çatırdıyor. Ve karlar…
Asker ertesi güne, ikinci postaya kalmıştır. İki arkadaşıyla beraber kasabada onun da son muamelesi yapılıyor… Ve onlar da yola koyuluyor… Dünkü fırtına yok… Güneş karları eritiyor… Ve üç arkadasın biri, kolu sargılı bir nefer, hafif bir sesle şu dağlarla ovaların macerasını anlatan bir türkü söylüyor. Ve… Yollar uzuyor. Çünkü yollar kahpedir. Yollar elemle uzar ve sevinçle kısalır…
***
Pek az konuşuyorlar. Köye yaklaştıkça bu sessizlik bir mezar sessizliğini andırıyor. Yorgunluk yakalarına yapışıyor. Kolu kargılı olan ötekilerden ileri gidiyor. Birdenbire üçü de duruyorlar ve acıyarak ileriye bakıyorlar; Ulu Çınar devrilmiş. Demek artık yazın köye dönerken sıcaktan bunalanlar bir gölgelik bulamayacak.. Kolu sargılı nefer seğirtiyor. Ve Ulu Çınardan bir dal koparıyor. Bu dalla karları eşmeğe başlıyor. Ötekilerini de çağırıyor. İlk olarak gelen bakıyor ve yazık diye söyleniyor. En son gelen asker diz çöküyor ve arkadaşının eştiği yerde babasıyla kızının cesetlerini tanıyor…